Büyük Menderes ölürse Ege ölür – D20Haber
25.04.2024, Perşembe
14 °C / 28 °C Denizli Hava Durumu

Büyük Menderes ölürse Ege ölür

A- A+
Yaşar TOK / D20HABER
Yayınlanma: 13 Temmuz 2021 Salı - 09:46Güncelleme: 13 Temmuz 2021 Salı - 10:19
Büyük Menderes ölürse Ege ölür

2021 yılı Haziran ayının ilk günlerinde yola çıkıp birkaç gün süren geziyle baştan sona adeta tavaf ettiğimiz Büyük Menderes havzası, yaklaşık bir buçuk ay içinde aralıklarla devam eden dizi yazımızın konusuydu. Bu yazılarımız henüz tamamlanmış değil. Havzanın son 30 yıl içinde en önemli kirletici atıklarını taşıyan Çürüksu Çayı üzerine yaptığımız gezinin gözlem ve su izleme yazılarıyla dizimize devam edeceğiz. Önümüzdeki bayram tatili sonrasına bıraktığımız Çürüksu yazılarımızın hazırlığı devam ederken bu arayı fırsat bilip, tamamladığımız havza yazılarımızın genel bir değerlendirmesini sizlerle paylaşalım istiyoruz.

“Büyük Menderes ve benzeri havzaların şimdiki kullanım biçimleri, onların akışkan sürekliliğini devamlı sekteye uğratan engellerle dolu. Doğaya aşırı ve acımasız müdahale imkanlarıyla örülü yasal düzenlemeler, mevzuatlar, yönetmelik ve yönergeler değişmediği sürece bunun sonu yok. O nedenle bizim gezi yazılarımızla zaman zaman yaptığımız saptamalar, bulup çıkardığımız icatlar değil. Çoğu yerde kördüğüme dönüşmüş sorunlar yumağının tezahür biçimlerinden biri. Yaptığımız ise bu sorunları yeri geldikçe vurgulamak, dikkat çekmek.”

Yukarıdaki final satırlarını 20 Mayıs 2015 tarihinde yazmışız. Üzerinden 6 yılı aşkın zaman geçmiş. Ne yazık ki, şimdi yazacağımız sonuç bölümünün özetini daha o yıllarda vermişiz. Büyük Menderes üzerine o gün söylenenlerin üzerine burada eklenecek her sözcük, sadece durumun o zamandan şimdiye nasıl bir gelişme yaşadığını değil, durumun vehametinin bu kadarcık zaman içinde ne kadar ürkütücü bir hal aldığını anlatmaya yarayabilir.

SU KRİZİNİN KÜRESEL PARAMETRELERİ

Çok sık değil ama bazen yinelemekten vazgeçmediğimiz bir gerçeğe yeniden dokunmakta yarar var. 1990’lı yılların başlarında dünya ölçeğinde belirgin hale gelen dünya su sıkıntısının etkileri, ilk olarak Ortadoğu’nun en sulak ülkesi olan Türkiye’de görüldü. 1960’lı yıllarda başlayan ve o dönem nispeten mütevazı sayılabilecek önlemler, giderek yönetim kifayetsizlikleri ve kapitalist dünyaya entegrasyon süreçlerinin hızlanması sonucu dağılıp gitti.

1980’ler pek çok açıdan olduğu gibi, bu konuda da dönüm noktası oldu. Liberal iktisat politikalarının yürürlüğe girmesiyle küresel ekonomilere eklemlenmenin yarattığı değişimler, kontrolsüz su tüketimini adeta şaha kaldırdı.

Tarımda kör topal yürüyen ancak doğanın korunması hususunda niyetini eksik etmeyen planlı politikalar terk edildi, modern üretim yöntemleri ve toprağın işlenmesinde ürünün verimliliğine uzanan gübrelemeden ilaçlamaya bir dizi süreç etkin hale gelirken, sudaki kirlilik yükünü arttırdı. Ürün verimliliğini öngören GDO’lu dönüşüm beraberinde kimyasal alaşımlı tarım ilaçlarına talep doğurdu, toprak sahibi tarım üreticisi buna mecbur hale getirildi.

TÜRKİYE SU POLİTİKALARININ DÖNÜŞÜMÜ

1960’lardan sonra izlenen planlı ekonomi dönemlerinde enerji üretimi amaçlı barajların sayısı arttı. Önemli ölçüde devlet kontrolünde gelişen bu değişim, 1980’lere doğru yetersizleşti ve sonraki dönemde HES’ler (Hidroelektrik Santrali) eliyle doğadaki bitkisel, iklimsel ve organik canlı yaşamını bozma pahasına yaygınlaştı. Bu gelişmelere ek olarak, çok daha vahim sonuçları olan enerji yatırımları yapıldı. Taş kömürüne dayalı termik santraller, yeraltı sularını hovardaca, hiçbir önlem alınmaksızın kirletmeye devam etti. Halen tüm dünyanın neredeyse terk ettiği bu teknolojiye dayalı santral kurma girişimlerinden vazgeçilmezken, sadece o su yolu üzerinde ya da coğrafya kesitinde yaşayan toplulukların itirazlarının gücü oranında engellenebilir hale geldi.

 

ENERJİ İN SU OUT

Derken temiz enerji sloganıyla yinelenen enerji üretim politikaları, yeraltı kaynak sularına bağımlı jeotermal teknolojisi yatırımlarını teşvik etti. Ege bölgesi bu yatırımların üssüne dönüştü. Denizli Türkiye’nin devlet eliyle yapılan en büyük jeotermal yatırım kenti oldu. Daha sonra devletleştirilen Kızıldere Jeotermal Enerji Santrali, bölgenin sonraki yıllarda delik deşik olmasının önünü açtı. Yeraltı kaynaklarının tüketimine dayalı bu projeler iklim ve su bozulmasının yanı sıra, şimdilerde Denizli, Aydın ve Manisa’nın muhtelif ilçe ve mahallelerinde yerleşik yaşamları, tarım üretimini, zeytincilik ve narenciye yetiştiriciliği gibi meyve üretilen toprakları tehdit eder hale geldi. Bu merkezlerde jeotermal santral kaynaklı iklim ve su kirliliklerine karşı açılan onlarca dava halen mahkemelerde devam etmektedir.

Öte yandan, Dünya nüfusunda son 60 yıl içindeki keskin dönüşümden Türkiye de nasibini aldı ve 1950’lerden sonra yaşanan kırdan kente göç olgusuyla birlikte Türkiye toplumunda ilk kez kent nüfusu kırsal nüfusa galebe çaldı. Gecekondu gruplarından oluşan varoşlardaki kent yerleşmeleri altyapıdan yoksun, kendi göbeğini kendi imkanlarıyla kesen topluluklar olarak kendi gettolarını kurdu. Bırakın yeterli suyu ve elektriği, altyapı hizmetleri içinde çöp toplama hizmetinden dahi aciz olan yerel belediyeler, yıllar boyu bu bölgeleri tek etti. Nüfusun büyümesi, kentlerin eski yerleşim bölgelerindeki altyapıların modernizasyonu için yapılacak yatırımları zora soktu, uzun yıllar (en az 50 yıl) kentsel atık sular ve endüstriyel atıklar nehirlere, göllere ve denizlere açık dereler veya yeraltı kanallarıyla deşarj edildi. O dönemin kentsel olarak yaşanan sembolik iki kirlilik merkezinden birisi İstanbul Boğazı’nda Haliç Körfezi, diğeri ise İzmir Körfezi’nde Manda Çayı, Bornova Çayı ve Yeşildere’den gelen Meles çaylarının döküldüğü Alsancak-Bayraklı sahil kesimiydi. Her iki örnek, yoğun göçle oluşan varoşların, tüm atıklarını merkez dereler yoluyla denize gönderen, altyapı hizmetlerinden tamamen yoksun kesimlerinin yaşadığı bölgelerle doğrudan bağlantılıdır.

KENTLEŞME VE RADİKAL KİRLİLİK

Günümüzde bu durum kısmi bir değişim geçirdi. Kentlerin reorganizasyonu neticesi kaynaklarının artmasıyla birlikte, kentsel atıklar bir ölçüde denetim altına alındı. Atık su arıtma tesisleri yaygınlaştı, altyapı hizmetleri gelişti. Ne var ki kirletici unsur olarak kentsel atıklar hala son bulmadığı gibi her defasında yeni kirlilik unsurları ve odaklarıyla suda ve doğadaki kirlilik skalasının ilk sırasındaki faktör olmaya devam ediyor.

Artık 1960-70’lerde değiliz ve kentsel göçün yarattığı sıkıntılar giderek marjinalleşti. Yerini kentleşmenin klasik sıkıntıları aldı. Göç olgusuna dayalı sorunlar yerini bu kez endüstriyel atıklar ve atık sulara bıraktı. Türkiye’de neredeyse temiz akarsu yok. Hiçbir su havzasının realitesi ve kalitesi kalmadı. “Anadolu kaplanları” adıyla anılan sanayileşmiş Anadolu kentleri, bu gelişimi 1970’li yıllardan beri ülke akarsularının kirletilmesi ve çevresel bozulma pahasına gerçekleştirdi. OSB (Organize Sanayi Bölgesi) gibi kurumsal önlemlerle denetimli bir gelişme öngörülse de, bu denetim mekanizması dışında oluşan halkaların muazzam bir sanayi kütlesi ve yarattığı çevresel etkiler var. Yaşadığımız kentin ortasından geçen Çürüksu Nehri bu duruma Batı Anadolu’da en tipik örneklerden birisidir.

Endüstriyel kirlenmenin adını çevresel etki ile sınırlayıp yüzeysel hale getirmek doğru olmayabilir. Çünkü hava kirliliğinden yeraltı sularına, tarımsal üretimden iklimsel bozulmaya, ormanların yok olması ve su kaynaklarının kurutulmasına kadar tüm alanlarda var bu etki. O nedenle yaşanan duruma toptancı bir tanımlamayla “ekolojik kriz” adını vermek daha doğru alacaktır.

TEKNOLOJİ BOZDU BİLİM ONARMALI

Yukarıda özetlediğimiz panorama eşliğinde, son iki aydan beri devam eden gezi yazılarımızı da göz önüne alarak Büyük Menderes’in genel durumunun bir haritasını çıkaralım istedik. Böylece, belki yazdıklarımızın daha anlaşılır kılan ve konunun aciliyetini daha açık hissedilir hale getiren bir metinle tamamlanır yazılarımız.

Bundan önce 8 bölüm halinde yayınladığımız gezi gözlem ve izlemeye dayalı yazı dizimiz boyunca, gazeteci gözüyle yazılabilecek ne varsa sizlerle paylaşmaya çalıştık. Yeri geldi fotoğraflarımızı, yeri geldi kanaatlerimizi, yerine göre gözlemlerimizi aktardık. Geçtiğimiz yol üzerinde yer alan eski toplum kültürlerine ait birikimlerimizi paylaştık. Suyun başına gelenlerin tanrısal bir kıyameti değil, insan eliyle sürdürülen doğal bir felaketi simgelediğini anlatmaya çalıştık. Teknolojinin doğada ve ekolojik sistemde küresel düzeyde rant odaklı nasıl ve ne türden aşınmalar yarattığı, bilimin bu tahribata karşı nasıl bir mevzi olabileceğini işaret etmeye çalıştık.

Ancak bundan sonrası için bu kadarla yetinmemiz gerektiğine kanaat getirdik. Artık sözü yola birlikte çıktığım, Büyük Menderes üzerinde yıllardır sürdürdüğü çalışmalarıyla bilinen bilim insanı Dr. Gürçay Akyıldız Hoca’ya devretmenin, onun havzanın bütünü üzerine yapacağı değerlendirmesiyle bilimsel ve öğretici bir nokta koymanın; bu nedenle sözü ona bırakmanın en doğrusu olacağını düşünüp kararlaştırdık.

DR. GÜRÇAY AKYILDIZ DEĞERLENDİRİYOR

“Akademik anlamda 2005 yılından itibaren Büyük Menderes Havzası üzerinde fiili olarak aylık veya mevsimsel gözlemlerimiz ve araştırmalarımız oldu. Bu araştırmaların sonuçlarını pek çok kongre, sempozyum, bilimsel makale ve proje raporlarında paylaştık. Uzun süreçli değişimi değerlendiren ve bu yıl içerisinde basılan yeni bir makalemiz oldu. Burada, 2006-2016 yılları arasında 40 örnekleme noktasından toplanan biyolojik ve fizikokimyasal parametreleri (20 farklı parametre) uzun dönemli değerlendirme fırsatımız oldu.(Akyıldız ve Duran, 2021) Akademik çalışmaların haricinde bilimsel anlamda katkıda bulunduğumuz vakıf projeleri (örn; WWF ve Coca-Cola Hayata Artı Vakfı) ve basında yer alan yazı dizileri (örn; Ölmeye Yatan Nehir: Büyük Menderes Nehri) oldu. Özellikle örneğini verdiğim bu son iki çalışma, sadece bilimsel anlamda bazı ölçüm sonuçlarını içermek ve yorumlamaktan başka alanın tarihini, coğrafyasını, kültürünü, ekonomisini değerlendiren, halkın da kolay ulaşabileceği ve onlarda farkındalık yaratabilecek “eserler” olduğunu düşünüyorum. Bizler akademik anlamda saha çalışmaları yaparken ancak yöre halkıyla denk gelirsek sohbet edebilme ve sorunlarını dinleme fırsatı yakalayabiliyoruz. Bu çalışmalara ait çıktılar makale şeklinde yayınlandığında ise sahada karşılaştığımız ‘Mehmet amcanın’ bu makaleden haberi olma ihtimali neredeyse hiç olmuyor. “Sorun dinleme” derken aslında biz çalışmamızı yaparken bir şey sormamıza gerek kalmadan anlatmaya başlıyorlar; “biz çocukken bu derede yüzerdik, bu nehirde yüzmeyi öğrendim, eskiden burada sürekli balık avlardık, şimdi koyunları sudan geçirince bacaklarında yaralar oluyor...” diyor. Bizlerden bir cevap, bir çare bekliyor. Oysa cevap çok basit; kirletiyoruz ve bunu kitlesel olarak yapıyoruz. Küçüklüğümüzden beri suyun iyi bir çözücü olduğuna tanık oluyor ve biliyoruz. Çünkü oyunlar oynarken ne zaman elimiz ya da kıyafetimiz kirlense hemen bir çeşme veya dere kenarındaki su imdadımıza koşuyor ve bizi arındırıyor. Ancak günümüzde bu durumu oldukça abartmış ve beklentimizi inanılmaz seviyelere çıkarmış durumdayız. Tonlarca moloz yığınını kontrolsüz şekilde nehir ve dere yataklarına bırakıyoruz, izinsiz atık su deşarj kanallarını nehirlere bağlıyoruz, ilaçlama holderlerini gelişi güzel derenin içerisinde yıkıyoruz. Bunlar kontrolsüz yapılan faaliyetler. Bir de buna kontrollü olarak atık su arıtım tesislerinden verilen deşarjlar, şehir baskısı, yoğun yağış, sel gibi aksiyonlar ekleniyor. Suya, canlı özelliğinden daha çok, deyim yerindeyse sihirli ya da ilahi bir güç misyonu yükleyerek tüm bu baskının üstesinden gelmesini bekliyoruz. Suyun elimizdeki kiri götürme sihri maalesef burada bir işe yaramıyor. Attığımız molozlar dere kenarlarında kalmaya ve birikmeye devam ediyor. Deşarj olan kirlilik yükü bir yere gitmiyor aksine olduğu yeri öldürüyor. Dahası bu sular sulama amaçlı kullanıldığında soframıza kadar geliyor ve biz bu besinleri tüketiyoruz. Netice olarak torunlar dedelerinin yaptığı gibi bu sularda yüzme öğrenemiyor, balığını yakalayamıyor. Mehmet amcanın koyunları hasta oluyor.

Şimdi tekrar bu geçen süreç içerisinde (altı yıl önceki final yazısına ithafen) değişim anlamında konuya ne ilave edebiliriz diye düşündüğümüzde maalesef iyi yönlü bir değişim ekleyemiyoruz. Çünkü uzun süredir Büyük Menderes Havzası ve doğal olarak ana kolu Büyük Menderes Nehri yoğun baskı altında kalıyor. Değişim kelime kökü bakımından Latince mutari “değişmek, dönüşmek” fiilinden geliyor ve +tion ön ekiyle türetiliyor. Bugün kullandığımız “mutasyon” kelimesi de buradan geliyor. Tek diyebileceğimiz Büyük Menderes mutasyona uğruyor, yani olması gereken canlı su özelliğinden çıkıyor ölü, kirli bir nehir haline geliyor.

Büyük Menderes neden mutasyona uğruyor?

Yaklaşık 550 km uzunluğunda pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış, onları beslemiş, korumuş, medeniyetler sözlüğüne Menderes kelimesini kazandırmış bu nehir ve içinde bulunduğu havza, Uşak, Denizli ve Aydın olmak üzere üç il üzerinde yer alıyor. Bu üç il, başta tekstil ve deri sanayi olmak üzere tarımsal faaliyetleri ile ülkemize ticari ve ekonomik anlamda katkı yapan önemli lokomotif şehirlerdir. Ekonomik ve tarımsal anlamda bu öneme sahip bir havza elbette sadece Büyük Menderes Havzası değildir. Ülkemizde ve dünyada bu öneme sahip pek çok havza mevcuttur. Bir havzanın suyunun temiz kalabilmesi için hiç bir faaliyet yapılmamalıdır, doğal haline bırakılmalıdır fikri günümüzde elbette geçerli değildir. Ancak yapılan faaliyetler de çevreyi kirletme hakkını meşru kılmamalıdır.

Büyük Menderes nehri ana kolu haricinde Uşak bölgesinde Banaz ve Dokuzsele çaylarından, Denizli bölgesinde Kufi, Işıklı ve Çürüksu çaylarından, Aydın bölgesinde Dandalaz, Akçay ve Çine çaylarından beslenen büyük bir nehir. Bugüne kadar yaptığımız çalışmalar Büyük Menderes Havzası üzerinde yoğun bir zirai, sanayi ve kentsel baskının olduğunu bize göstermektedir. Uşak bölgesinde bulunan Dokuzsele çayı ve Denizli bölgesinde yer alan Çürüksu çayları bu baskıyı taşıyan temel kol vazifesini görmektedirler. Dokuzsele, Banaz ve Çürüksu henüz bu yazı dizisinde yer almıyor olabilir ancak yapmış olduğumuz bu gezi esnasında gördük ki, Büyük Menderes Nehri çıkış yeri itibari ile (Dinar Suçıkan mevkii) gayet iyi su kalite sınıfında yer alıyor. Uşak ilinden gelen yük nispeten Adıgüzel ve Cindere mevkilerinde durgun su ile buluştuğundan dinlenme ve çökelme fırsatına sahip. Elbette bu çökelen organik birikimin su seviyesi azaldığında ani alg patlamaları ile sonuçlandığını ve sudaki ötrofik durumu hepimiz gözlemledik. Bu da ayrı ele alınması gereken bir durum. Diğer taraftan, Denizli il sınırları içerisinde Kufi’den örnekleme yapma fırsatımız olmadı. Su yatağı tamamen kurumuş vaziyetteydi, ancak Suçıkan mevkii ve Işıklı Akgöz pınarlarından gelen kaynakları inceledik. İyi su kalite sınıfında yer alabilecek özellikteki suyun ilk olarak Akkent mevkiinde ve sonrasında Sarayköy mevkiine kadar olan süreçte oksijen fakiri bir duruma geldiğini gözlemledik. Ayrıca tespit edilen yüksek iletkenlik değerleri bölgenin yoğun bir organik yüke maruz kaldığını bizlere göstermiştir. Bu durumla ilgili olarak Çürüksu ayrı olarak ele alınması gereken bir koldur. Netice itibari ile Büyük Menderes Nehri, Aydın il sınırına girerken aslında çoktan yukarıda bahsettiğimiz mutasyona uğramış oluyor. Aydın bölgesinde daha çok tarımsal ve son yıllarda ise jeotermal faaliyetlerin olduğunu biliyoruz. Tarımsal faaliyetler, sanayi atıkları gibi çok ağır tahribatlar yapmıyor olsa da, takip edilmesi, kontrollü sulama ve ilaçlama yapılması büyük önem arz ediyor. Çünkü çiftçimizin toprağından beklediği verim ve bizim soframızın zenginliği bu dengeye bağlı. Bununla ilgili sudaki tuzluluk ve iyon dengesinden bahsetmiştik. Aydın il sınırları içerisinde, Dandalaz, Akçay ve Çine çayları Büyük Menderes nehri için can kurtaran vazifesinde. Ancak bu sefer de küresel iklim değişikliği, su kıtlığı gibi unsurlar devreye giriyor ve öncelik tarımsal faaliyetler için su teminine veriliyor doğal olarak. Tüm bu 500 küsur kilometrelik yolculuktan sonra Büyük Menderes Nehri, Ege Denizi’nde özgürlüğüne kavuşuyor. Ege Denizi’ne taşıdığı organik yük ve kirlilik unsurları ise üçüncü ve ayrı olarak ele alınması gereken bir konudur. Malum, Marmara Denizi’nde yaşanan musilaj sorununu hepimiz biliyoruz ve bunun yayılım çapını kestirebilmek henüz mümkün değil.

Özetle, uzun yıllardır gözlemlediğimiz Büyük Menderes Havzası’nda gelinen durum, nehir maruz kaldığı tahribata artık tolerans gösterebilir bir vaziyette değil. Nehri nispeten iyileştiren su kollarından (Kufi, Sarıçay, Gökpınar, Dandalaz, Akçay, Çine) bazıları kurumuş, genelinde ise su seviyesinde ciddi azalmalar mevcut ve dahası sulama amaçlı kullanıldıklarından Büyük Menderes Nehri’ne katkıları minimum veya yok seviyesinde. Bu haliyle, nehrin kendi kendini kurtarabilmesi oldukça güç. Sürecin bu şekilde devam etmesi durumunda ise daha fazla balık ölümü vb. yeni çevresel şikayetleri içeren haberleri duymak oldukça mümkün gözüküyor.”

ÖZEL BİR TEŞEKKÜR

Sonrasına gelince; bizi yazılarımız, gezilerimiz ve etkinliklerimizin hiç birinde yalnız bırakmayan, görüş ve önerileriyle teşvik edici olan Prof. Dr. Mustafa Duran Hoca’ya bir kez daha teşekkür ediyorum. Denizli’de Büyük Menderes havzasının 2000’li yıllar boyunca su ve çevre değişimlerini neredeyse adım adım takip eden Hoca, bu amaçla havza su yatağı üzerinde ekip arkadaşlarıyla birlikte oluşturduğu 50’ye yakın istasyondaki değerleri mevsimsel olarak izleyip, elde ettiği bulgu bilgi ve verileri paylaşmaktan hiçbir zaman imtina etmedi. Yeri geldi bizimle sahada su yolunu dolaştı, yeri geldi laboratuvar çalışmalarını paylaştı, yeri geldi araştırma makalelerini gönderip bu alandaki sığ bilgimizin seviyesini entelektüel olarak etkiledi. Onun çalışmaları, ilgisi ve heyecanı olmasaydı nehir yolu üzerine geliştirdiğimiz retorik tatsız olabilirdi. Son noktayı koymadan önce bir kez daha teşekkürler Hocam!

DEVAM EDECEK