Kartvizitinde öyle yazıyordu: “Son Hititli”...
Bir insan niye böyle bir unvan kullanır? Buna neden gerek duyar ki?
Hangi olaylar, yaşanmışlıklar onu şekilden şekile sokmuştu, yoksa yaptığı işte kullandığı, yani ürünlerinin hammaddesi “çamur” gibi yaşam da onu mu yoğurmuştu?
Buna kader-yazgı denebilir miydi?
Soru listesi ve yorumlar böyle uzar gider…
Oysa ortada bir gerçek vardı. Tavas Ovası’nın ortasında yükselen bir höyüğün kenarına kurulmuş Medet köyü.
Orada doğup büyümüş, çamur ile yaşayan, onunla şarkı, söyleyip ağıt yakan, dans edip nakış çizen, hayallerini, umutlarını yaşayamadıklarını oraya aktaran, sözünü çizgilere, renklere, şekillere söylettiren bir sanatçı, olağanüstü bir hayal gücüne sahip usta’dan söz ediyorum.
Ailesi de beraberinde çalışmaya başlamıştı son zamanlarında. Önceleri “Antikacı”, “Hazineci”, “Kazıcı” vesair gibi sıfatlar yakıştırmıştı çevresi. Çok başı da ağrımış, çok sıkıntılar yaşamış, gözaltılar, mahkemeler ve kısa süreli hapislikler de yaşamıştı.
Kısa bir yazıya sığmayacak büyük ve genişlikte olaylar yaşamış insan ve ailesinden söz ediyorum. “Anlatsam roman olur” dediği çok olmuştu sohbetlerimizde. Bir de hiç konuşmadığı, konuşamadığı konular vardı. Onları ailesi ve yakın çevresi bilirdi. Belki bir gün birileri bunları toplar “bu topraklardan geçenler” adına bir yazı-kitap çıkartarak tarihe not düşer. Kim bilir?
Bir fotoğraf karesinin altına/ardına neler yazılır? Bu yazılanlar tevatür müdür? Elbette değildir. Çünkü fotoğraf gerçektir. Bunlar fotoğrafın gücü, sözü ve getirisidir.
Denizli -Tavas/Medet deyince ilk akla gelen isimdir Necip Savçı. Kendine özel bir kişiliktir. Eski deyimle “Nevi şahsına münhasır”dır.
Beklenmedik bir yerde, mütevazı köy evinde, çamurla çalışan kıyafeti ve eli yüzü çamurlu bir insan görürsünüz hep. Bir de hiç onaylanmasada ağzından düşürmediği sigarası…
“Neden içiyorsun” veya “bırak şu illeti”gibi bir bilmiş sözü hiç söylemedim ona. Çok uzun yıllar tanış olmamıza, çok defa bunu söyleme şansım ve hakkım olduğunu düşünmeme rağmen demedim.
Necip Savçı’nın yaptığı işler o kadar ünlü idi ki; ulusal basının en tirajlı gazeteleri onunla röportaj yapmışlar, haberlere konu etmişler, televizyonlara program konuğu bile olmuştu defalarca. Eserlerindeki motifleri nereden buluyordu?
“Hayalimden” diyordu. Ama hayalen olması pek mümkün de olamaz gibiydi. Kimileri, “bazı kitaplardan bakıyor, öğreniyor ezberliyor”, kimileri “gördüğü tarihi eserlerden etkileniyor”, kimileri de “hayalinde-rüyasında görüp, yapıyor” demişlerdi. Kendisi ise hayalen yaptığını söylemişti. Ama bazı yerli ve yabancı kaynaklardan yararlandığı-esinlendiği muhakkaktı. Bunun detayını bilemediğim için daha fazla iddiada bulunamayacağım.
Necip Usta hakkında çok şey yazıp konuşmak mümkündür. Ama sessizce çamur ile uğraşması, çok az konuşması ve insanın yüzüne pek bakmaması onun en belirgin özelliğiydi.
Kurucusu ve yöneticisi de olduğum El Sanatları Derneği aracılığı ile ilkinde şahsi katkılarımla ona sergiler açtırmış ve tanınması, eserlerini satarak kazanç elde etmesi için çabalar sarf etmiştim. Özellikle kendisi de El Sanatları Öğretmeni Nihal Güngör arkadaşımla bu konuda çok çabalarımız olmuştur. (Sağlığında biz varsa ona hakkımızı helal ettik ve ondan da helallik aldık )
Yaşamının son döneminde yine benzeri çaba içine girip rahatsızlığının boyutunu da bildiğimiz için biraz daha fazla çaba sarf etmiştik. Hiç unutamadığım ise son sergi sırasında ilginin yoğunluğu, satışların güzelliği ve heyecanı sebebiyle kemoterapi aldığı hastaneden çıkıp sergi salonuna adeta koşarak gelişiydi. Emin değilim ama bu moral ve motivasyon yaşamının son günlerinde ona epey olumlu katkı yapmıştı.
Necip Savçı (-ç harfi doğrusu o olduğu için yazılmaktadır) atölyesi çok karışık olurdu, pek düzenli durmaz, bulunmazdı. Çok hoş işler yapan bu sanatçının yaptığı işin literatürdeki adı: TERRAKOTA (TERRA COTTA) olarak tanımlanmaktaydı. Ve Necip usta bu alanda ülkemizde belki de tek idi.
Kaynaklarda TERRA COTTA: İtalyanca kökenli olup; Terra: toprak, Cotta: Pişmiş toprak anlamına geliyordu. Ama ustanın yaptığı işlerin bir ayrıntısı çok ince olması ve “Sırsız” pişmiş toprak olmasıydı. Bu incelik ve ayrıntı kullanılan toprağın farklılığından kaynaklanıyordu.
Zira bir tür toprak ile yapılmıyordu eserler. Birden çok yerden alınan toprak önce öğütüp inceltiliyor, elenip hepsi harmanlanıyor büyük bir kapta yoğrurarak dinlendiriliyor ve diğer işlemlere sonra geçiliyordu. (Bu bölümün ayrıntısına girmiyorum bu kadarı yeterli diye düşünüyorum)
Necip Usta’nın son dönemlerinde işleri düzelmişti ve sipariş alarak seri üretime de geçmişti. Tabiki bu süreçte kız kardeşi, oğlu Hasan Hüseyin ve gelini de artık işlerin içine girip üretime dahil olmuşlardı. Hatta torunu Asiye de ufaktan çamur ile dostluğunu ilerletmeye başlamıştı. (ustanın sağlığında tanımadığı ve adını alan torunu küçük Necip’de şimdilerde çamur işinde gelişiyor)
Defalarca ziyaret ettiğim ve memleketim Beyağaç’a gidişlerimde uğradığım için aileyi yakından tanıma fırsatımda olmuştu. Bugün halen bu dostluk ailenin geri kalanı ile devam etmektedir. Ustanın kaldığı yerden işi oğul Hasan Hüseyin Savçı devam ettirmekte ve gelini de onun yardımcısı ortağı olarak bu sanatın sürmesine katkı vermektedir.
Değişik zamanlarda yapılan ve benim katıldığım AB gençlik projeleri, yaşam boyu öğenme projeleri katılımcılarını, farklı basın yayın kuruluşu temsilcilerini, yerli-yabancı konuklarımızı her defasında Medet köyüne götürüp bu farklı sanat dalı ile onu yaşatma derdindeki aileyle tanıştırmışımdır. Bundan sonra da bu devam edecektir. Acak bu değeri ilimizin yöneticilerinin de farkına varıp destekleyip değerlendirmeleri benim en büyük dileğimdir…
O; Tavas Ovası’nın ortalarında bir yerde antik dönem adıyla Apollonia Salbace antik yerleşiminin olduğu yerdeki Medet köyünde yaşamış ve orada hayata veda etmiş gerçek anlamda “Nevi şahsına münhasır” kişilik olarak hafızalarda yer almış değerdir.
Gidip-görüp, tanıyıp-anlamak için zamanınızdan küçük bir kısmını ayırıp kendinizi bu değerden mahrum etmeyin, pişman olmayacaksınız …
Necip Savçı anısına saygıyla …