Kıl çadırdan kaya kovuğuna – D20Haber
19.04.2024, Cuma
11 °C / 27 °C Denizli Hava Durumu

Kıl çadırdan kaya kovuğuna

A- A+
D20HABER
Yayınlanma: 13 Mart 2021 Cumartesi - 08:32Güncelleme: 13 Mart 2021 Cumartesi - 08:29
Kıl çadırdan kaya kovuğuna

Bazı fotoğraflar izleyeni içine çeker. Çekmekle kalmaz, alır götürür. Nereye götürür? Neden götürür? Geri getirir mi? Kim bilir… İşte öylesi bir karenin arkasındaki hikaye...

Kırsalda yaşayıp, keçi çobanlığı yapanlar iyi bilir keçi kılının değerini. Kıl eğirilerek çul, çuval ve çadır dokunur. Boya kına gerektirmez. Ama iş görür, ihtiyaç karşılar.
Aslında kırsalda hayvanların her şeyi değerlidir. Eti, sütü, kılı, derisi, boynuzu, kemikleri ve hatta bağırsakları (ki ondan hallaçların ipleri yapılır). Derisinden post yapılır, çarık dikilir, hayvanların koşum ve diğer ekipmanları ile semer kaplaması yapılır ve saire...

Zaman 2012 yılı, mevsimin adı yaz, ayın adı da ağustos idi.
“Tamgalar Dengizli” belgeseli için dere-tepe, ova-zirve gezerken rotamızı Babadağ bölgesine çevirmiştik. Dağın zirvesine çıkacaktık. Oradaki anıt mezarları-ovoları (babalar) ve Eren’i görüntüleyecektik.

Benim rehberliğimde süren bir çalışma idi bu. Güneş nerede daha erken doğar, nerede geç batar, nerede gün batımı, nerede gün doğumu çekilir gibi klasik manzaralar takip ediyorduk. Belgeselin ilgili bölümleri için.

Ama Babadağ’ın zirvesine ulaşmak pek kolay değildi. Hatta orada kamp kurup akşam ve sabahı kayda almakta öyle. Günler öncesinden hazırlıklar yapıldı. Çekim planları elden geçirildi. Lojistik gereksinimler, bataryalar çadırlar ve ekipmanlar hazırlandı.

Zirveye çıkış günü gelip çattığında yola çıkıldı. Bu tür çalışmalarda dakik olarak planlar uygulanamıyordu. Yolda yeni detaylar ortaya çıkıyor, onlar çekime dahil oluyor ve hesaplanan zaman biraz uzuyordu.

Babadağ’a çıkışımızda da benzerlerini yaşadık. Sabah başlayacak yürüyüş öğle saatlerine sarktı.Hatta yöreden bazı büyüklerimizin önerisi ile çıkış Tavas-Yahşiler köyü rotasına döndürüldü. Bu rota benim bilmediğim bir bölgeden geçiyordu. Rehberliği ve lojistik gereklilikleri Ramazan Gökçe hoca üstlendi. O buralarda çobanlık yapıp gezdiği için bölgeyi iyi biliyordu. Kendisi ile buluşacağımız noktaya ulaşmak için de epeyce zorlandık hatta. Ama sonunda ulaşmayı başardık.

Bu nokta Denizli-Tavas ile Aydın-Karacasu ilçeleri arsındaki yoldan ayrılarak ulaşılan Yahşiler köyünün Babadağ’a doğru olan bölümünde, yani Babadağ’ın güneyinde bir düzlüktü.
İlk olarak o görüntü gözümüze çarpmıştı.
“Kara çadır”, keçi kılından dokunup çadır haline getirilmiş “kara kıl çadır”…
Aracımızla sağa-sola, öne-arkaya, yata-kalka, savrula-devrile buraya kadar gelebilmiştik.

Topoğrafik yapı ve rakım gereği burada ardıç ağaçları hakimdi.
Bu saatte keçiler yaylımda olduğu için etrafta sessizlik hakimdi. Öyle ki çobanların olmazsa olmazı köpekler filan yoktu. Sadece aile fertlerinin bir kısmı buradaydı. Çadırın ebe ve dedesi ile anne ve babası ve de üç kızları buradaydı.

Aracımızdan inip dinlenmek için ağacın gölgesine çekildiğimizde bunlara tanıklık ediyorduk.
Sonra çadırın içine alındık. “Orası oturmak için daha uygun ve rahat” dediler. Davete icabet gereği girdik. Geniş bir alandı çadırın içi. Yanlar kapalı olmakla beraber ağacın gölge ettiği taraftaki bölüm açıktı. İlginçti ama havanın bu denli sıcak olduğu saatlerde gerçekten içerisi serindi.
Çadırın gelini/çocukların annesi olan kadın devamlı çalışıyordu. Bir oraya bir buraya koşuşturuyordu. Kızlar da onunla beraber yabancılardan korktukları için olsa gerek hareket ediyorlardı.
Bir köşede tuluklara basılmış peynirler, bir tarafta yeni dövülmüş yoğurt, pişirilip mayalanmış sütler ve un çuvalları, ekmek mendilleri. Diğer tarafta toplanıp yığılmış yataklar, yiyecekler ve diğerleri adeta bir etnoğrafya müzesinde gibiydik.

Bana pek yabancı gelmiyordu bu durum. Ne de olsa çobanlık yapmıştım. Çadırda değil belki ama çövmen de yaşamıştım.
Sırtımızı yataklara verip ayaklarımızı uzatarak dinlenirken, bir yandan da tuluktan çıkan ayrandan ikram ettiler bizlere ve peşinden yemek hazırlığına başladıklarını görüp müdahale ettik. Aç değildik, yolda yemiştik yemeğimizi. Ayran üzeri çay bize yetmişti. Yola çıkmak için acele ediyorduk.

Oturduğumuz yerden benim dikkatimi çeken bir şey oldu. Oturduğumuz çulun altında naylon seriliydi. Onun uç kısmından yeni kaldırılan bir yatağın yerinde kıpırdama gördüm. Börtü-böcek yılan-çiyan durumu nasıl buralarda? diye sordum. Çadırın dedesi gülümsedi. “Onlar bizim dostumuz, birbirimize Bir şey yapmazsak sorun yaşamayız” dedi.
Yavaşça yerimden kalkıp az önce bizden korkunca annesinin eteğine yapışan kızın oturduğu naylonu yavaşça kaldırdım. Altında 2 akrep bir anda hareketlendiler. Hemen kapatıp, “bu misafirler yolu şaşırmışlar, evlerine gönderelim” dedim. Ama dede o kadar nazik davranmak taraftarı değildi. Şapkasının tersi ile önce hayvanları sersemletti, sonra da ayağıyla ezdi. Bu durumda yapacak bir şey yoktu tabi ki, herkes evinde olmalıydı!

Fazla oyalanmadık kıl çadırda. Eşyalarımızı eşek ve katır’a yükleyip öğle sıcağında Babadağ zirve yoluna düştük.Hava sıcak, yol uzun, yüklerimiz ağırdı. Öfleye-püfleye saatlerce yol aldık. Aralarda durup dinlendik, ağaçların gölgesine sığınmaya çalıştık. Ama hiç kolay değildi durumumuz. Güneşin epeyce aşağıya indiği sıralarda Babadağ zirveye yakın bir kayalıkta “ana mola yerimize ulaştık” dedi bu rotadaki rehberimiz Ramazan hoca.

Bizi yaşlı bir çoban karşıladı.
Çoban oradaydı ama ortada hayvan falan yoktu. Çadır-çövmen de hatta. Kayaların arasından bir insan daha göründü bu arada. Buyur ettiler bizi ama nereye geçecektik. Sonra anladık ki insanlar bu kaya kovuğunu kapı, içeriye doğru olan kısmı da taşlarla örüp ev olarak düzenlemişlerdi. İçeri girdik, gündüz saati lamba ile aydınlanıyor ortam. Biraz da kapıdan ışık giriyordu o kadar. Ama yorgunluk ve sıcak bizi bitirmişti. Kaya kovuğundan içeri girdiğimiz yarı mağara yarı kaya kovuğu mekan oldukça geniş ve konforluydu. Çatı gibi duran yere güneş paneli konmuş buradan aydınlanma ve radyo çalıştırılıyordu. İçeride çaylar içildi, ikramlardan alındı. Ama yolcu yolunda gerekti.

“Biz yüklerimizi tekrar hayvanlara yükleyelim ve yola çıkalım” dedik. Ama sürprizden habersizdik.
Mekanın sahibi Mehmet amca gülerek;
-Hayvanlar burada kalsın, sizin fazla eşyalarınız da öyle; bundan sonrasında yol yok, eşek ve katır da zaten çıkamaz. Yolun geri kalanında hayvanların yükünü siz alıp tırmanacaksınız!
Bir sessizlik oldu aramızda. Birbirimize baktık. Ben sadece tebessüm ettiğimi hatırlıyorum...
Yolun sonrası Mehmet amcanın dediği gibi oldu. Hayvanların yükünü biz taşıdık, onlar akşam serinliğinde dinlenip serinlediler.
(Yolun bundan sonrası ayrı bir macera. Dolayısıyla başka bir yazı konusu...)

Yakın zamanda Yahşiler-Gökçeler tarafına giden dostlardan aldım kötü haberi. Mehmet amca Babadağ’ın güneye bakan yamaçları ile kaya kovuğu evini bırakıp sonsuzluğa uçmuş.
Kıl çadırın kızları da büyüyüp okullu olmuşlar. Dede ile ebeden haber yok henüz. Gidip bakmam yeni anılarla dönmem gerek.

Bu yolculuğun baş kahramanı ve belgeselin yapımcı-yönetmeni Servet Somuncuoğlu ile bizi o dağ başında sanki yıllardır tanırmış gibi ağırlayan Mehmet amcaya rahmet diliyorum. Ruhları şad olsun...