Değirmenin dili… – D20Haber
23.04.2024, Salı
18 °C / 34 °C Denizli Hava Durumu

Değirmenin dili…

A- A+
Zeki Akakça / D20HABER
Yayınlanma: 11 Temmuz 2020 Cumartesi - 09:53Güncelleme: 11 Temmuz 2020 Cumartesi - 09:58
Değirmenin dili…

Birinden “Değirmen çakıldağı gibi hiç susmadı” sözlerini duyarsanız anlayın ki işaret edilen kişi gerekli gereksiz çok uzun konuşmuştur. Oysa çakıldağın bile faydası vardır. Değirmen taşlarının boğazına (arasına ) düşecek tanelerin oranını ayarlar. Ama sesi bir işe yaramaz gibi algılanır. Oysa değirmencinin kulağı ona alışıktır ve en küçük değişiklikte bunu uyarı olarak algılar ve harekete geçer…

“Değirmen” sözünü duyunca aklıma ilk gelen su değirmenleridir. Doğup büyüdüğüm yerdeki kültürde bu vardı çünkü. O zamanlar su bol olduğundan olsa gerek, değişik yerlerde su değirmenleri yapılmıştı. Her mahalle ve köyde değirmenden söz edilebilirdi. Birçoğu da değirmenin sahibinin adı yahut lâkabı ile anılırdı.

Değirmenler ile ilgili o kadar çok acı-tatlı anılarım vardır ki, anlatması çok uzun zaman alır. Bir çoğu korku, ürperti, hüzün ve acı saklar içinde…
Nasıl olmasın ki? Yaşadığım yerde büyüklerin konuştuğu ve bizlerin masal gibi dinlediği konuşmalarda hep olumsuz yaşananlar anlatılırdı. Bu da çocuk belleğimizde silinmeyen izler bırakırdı.
Değirmen un demekti, değirmenci ise üstü başı ak-pak hatta kirpiklerine kadar una bulanmış kişi.
Değirmencinin yaşam alanı, yattığı, yediği-içtiği yer o değirmenin içi olurdu çoğunlukla. Değirmenin bir köşesinde ocaklık denen bölüm olur, orada yatak, yiyecek içecekler bulunurdu. (tabii ki kedi ve fareler ile kuşlar da)

Değirmencinin ocağı her zaman yanar hiç yoksa küller arasında közler olurdu. Değirmenci o küller içine bir de ekmek gömerdi. Ona “gömbe, kömbe” denir ve piştiğinde bu kalın-tombul ekmek üzerine tereyağ, peynir konarak ve yağ dışarıya gitmesin diye de el ile oyuklar açılırak yenirdi.
Değirmencinin burada yaşaması boşuna değildi. Değirmen devamlı gözetlenmeliydi. Çünkü çarktan geçen su ve değirmen taşlarının rutin sesindeki küçük değişiklik bir sorun veya sıkıntının olduğuna delaletti. Bu durumlarda değirmencinin dikkatini toplayıp olaya müdahil olması gerekirdi. Su azalmış, ayar kaçmış, yahut haznedeki (sepet) zahire bitmiş olabilirdi.

Değirmene su taşıyan kanala “değirmen arığı”, suyu yüksekten çarklara taşıyan silindirik yapıya “oban” suyun ilk temas edip güç/enerji oluşturduğu yapıya “çark”, çarkta oluşan gücü taşlara taşıyan yapıya “ mil” ve sonrasında bu güçle zahireyi ezip un, yem, bulgur’a çeviren iki taşa ise “değirmen taşı” denir.
Dönen taşların arasına yukarıdan düşecek tahıllar/zahireler’in olduğu hazneye “sepet”, sepetin yanında, ölçüye göre değirmencinin bu iş karşılığı alacağı zahire miktarına “hak” denir. Hak alınan ölçülü kaba ise “gara okka” veya “kile” denir. Bu kaplar ahşaptan oyulmuş silindirik yapılıdır. Onun üzerinde öğütülen zahire miktarına göre alınacak “hak”ın işaretleri bulunur.
Tanelerin düştüğü yere “değirmenin boğazı”, boğaza ne kadar tane düşeceğinin ayarlandığı ve taşlar döndükçe ses çıkartan 2 ile 3 ahşap küçük sopaya “çakıldak” denir. (“değirmenci çakıldağı gibi tıkırdayıp durma ”, “çakıldak gibi hiç susmadı “sözü buradan gelir)
Taşların dönmesiyle çakıldakların kımıldayarak hazneden aşapıya değirmenin boğazına düşen zahirelerin ezilip un olması sonrası döküldüğü yere “unluk” veya “tekne” denir.

Tekne de süpürge ve unu çuvallara doldurmak için ahşaptan yapılma “değirmenci küreği” olur. Un bu kürek ile çuvallara doldurulur.
Değirmenden yeni çıkan unun sıcaklığı, soğuk havalarda ne kadar hoş olur. Üşümüş ellerin ikisi birden çuvallara tutularak ısınmaya çalışmak nasıl bir duygudur. Birde o sıcak un kokusu… Bunu ancak yaşarsanız anlarsınız…

İlkokul 1. sınıfı köyümün 1947 yılında yapılmış Konak başı semtindeki okulunda okumuştum. Yedi yaşına gelmeden okula kaydedildiğim ve çok çelimsiz, zayıf-cılız bir çocuk olduğum için öğretmenim (aynı zamanda teyzemin eşi idi ve eğitmendi) bir yıl daha birinci sınıfa devam etmemi, çok küçük olduğum için üst sınıflarda eziyet göreceğimi söylediği için 2 yıl okumuştum.
İşte o zamanlar okullarda tuvaletler, okul bahçesinin bir köşesinde olur, içecek su ise yakındaki su kaynaklarından ya da yakın çeşmelerden karşılanırdı. Yani susadığımız zamanlarda gidip su çip dönmemiz gerekirdi, el yıkamak için yakından geçen arıklardan yararlanılırdı.

Benim o zamanki okulumun üst tarafından “değirmen arığı” geçerdi. Okulun hem doğu hem de batısında değirmen vardı. Dolayısıyla bu arklar aynı zamanda onlara su taşırdı.
Sabahları okulda temizlik kontrolu sonrası eli kirli olanlar (genellikle öyle olurdu, soğuk-çamur kaynaklı eller çatlar kir değilse bile deriler kararırdı) arık kenarına sıralanıp ya küçük taşlarla sürterek veya suyun içindeki otlardan kopartarak ellerimizin üzerine sürüp o kararmışlığın gitmesini, ellerimizin temiz görünmesini “ağarmasını” sağlardık olabildiği kadar. Eller özellikle soğuk havalarda kızarır, bir saat sonra yine kararıp çatlar hatta fazla taşla sürtülmüşse inceden kanar bu kanlar çatlaklar arasında kurur kalırdı…

Köy beleni denen ve daha düz olan tepedeki yere yeni okul yapılınca bizim okulun adına sonradan “Aşağı Okul” dendi. İşte o okuldaki tüm çocuklar teneffüslerde okulun hemen yanındaki “Konak başı”, “Molla Mustafa” en son da “Uzunca”nın değirmeni adları ile bilinen değirmene su içmeye giderdik. Zira değirmenin çarkından çıkan suyun aktığı kanalın yanında kaynak suyu vardı. Herkes sıraya geçer oradan avucuyla su içerdi.

Kışın değirmene su taşıyan “oban”larda devasa buz sarkıtlar olurdu. Onlardan alıp oynayan birbirini yaralayan üst sınıftan öğrenciler olurdu ve öğretmenler olarak gereğince ceza verirdi. Özellikle suyun değirmenin dışına akıtıldığı zamanlarda bu olurdu (değirmenin çalışmadığı zamanlarda suyun dışarıya akıtıldığı yere ‘savak’ denirdi). Yaz mevsimi yaklaştığı zamanlarda ise çarklardan çıkan su bizim bir başka eğlencemiz idi. Çarklardan karşıya serin-serin çıkan su tanecikleri önünde bekleşip oynaşırdık. Bazen birbirini itip suya düşürenler de olurdu. Değirmenden çıkan su hemen alt tarafta gürül gürül akan “Asar özü” deresine karışır çaya doğru akar giderdi. Asar özü deresine yaklaşmak tehlikeli ve yasaktı.

İşte bu anıların geçtiği yerlerdeki değirmen yakın zamana kadar ayakta idi. Onca uğraş, onca çaba yazma, çizme, söylemeye rağmen bakımsızlıktan, yetkililerin ilgisizliği ve duyarsızlığından yıkılıp gitti.
Anılara ev sahipliği yapmış, bir kültür değeri o ayrıcalıklı mekan yok oldu gitti…
Keşke dursaydı, keşke onu anımsayanlar tekrar görseydi, düzenlenip bir çay bahçesi ve kültür varlığı simgesi olarak kalsaydı.
Bu gün o eski okulun yerine yapılan “Yeni Okul”un öğrencileri de görüp anlayıp kültürümüze dair bilgi sahibi olabilseydi.
Keşke …