Düne bir yolculuktur kimi zaman buğulu gözlerde asılı kalan. Yüzlerce anıyı tekrar yaşamak, hayıflanmak, sevinmek , üzülmek, kaybettikleri için dua, kavuştukları için şükretmektir. Bir yolculuğa da beraber çıkalım mı? Ne dersiniz ?
Günün getirdikleri var,
Bir de alıp götürdükleri…
Zamana yenik düşen yaşamlar var,
Bir de yaşama yabancı kalmış gelenek görenekler…
Çoban çıkınından düşmüş ip yumağı gibidir şimdi,
Geçmiş zamanın vazgeçilmez değerleri.
Unutulmuş coğrafyaların kuytu köşelerinde,
Belki de kül içine saklı kalmış közdürler,
Üfleyince harlamayı bekleyen!
Üfleyelim mi?
Ne dersiniz?
Yaşamlarının belirli bir bölümünü tamamlayan insanlar, kimi zaman geriye doğru kısa yolculuklar yapar. Bu sayede hüzünlenmeyi, geçmişte yaşadıklarını anımsayıp tebessüm etmeyi severler. Yaşamın gerçeklerindendir bu. Özlemdir, gizemdir, anımsayıştır, kıyaslayıştır…
Adı ne olursa olsun, yaşanmış olan her şeyin bir anlamı vardır. Kimi zaman gelip geçerken, kimi zaman da durup düşünürken takılı kalır insan belleği bunlara.
Çok fazla felsefe yapıp yormadan yakın zamana kadar var olup şimdilerde cılız dereler kadar öksüz kalmış bir gelenekten söz etmek istiyorum.
Nereden aklıma geldiğini, neden anlattığımı açıklamaya gerek yoktur sanırım. Yine bir kare fotoğrafın ardına düşerek geldim buralara.
O zamanlar…
Yokluğun yoksulluğun insan bedenine sülük gibi yapıştığı coğrafyanın çocuklarıydık biz.
“Eti kurbanda, buğdayı harmanda” görenlerdendik abartısız (Bunu bir üstünlük bir eksiklik olarak vurgulamak istemiyor, gerçeğe parmak basmak için belirtiyorum). Az olanıyla mutlu olmayı, çok olanını bölüşmeyi bilirdik. Çocukça bedenler ve çocukça heyecanlarla yaşar giderdik.
O dönemlerin en güzel zamanları kuşkusuz bayramlardı. Belki de bayramlar o yüzden vardı. Kim bilir?
Yılda iki bayram, iki de arefe günü bize çok özel gelirdi. Özel gelirdi; çünkü o zaman dilimleri içinde çocuklar için çok güzel değerler barındırırlardı.
Bayram adı üzerinde bayramdı. Her türden ve herkesin eğlendiği sevindiği coşku yaşadığı zamandı. Ama arefe farklı olurdu. Çünkü o zamanın çocukları için “arefe”nin adı ÇÖREK idi.
Hoş; yaşlılar da aynı sözcüğü kullanırlardı. “Çörek Günü”, “çörekten bir gün evvel”, “Çörek Günü kuşluk vakti” derlerdi mesela zamanını belirtmek için.
Ne idi Çörek?
Her evde arefe günü sabah erken saatte mayalı ekmek (yörede “kaba ekmek” denir) yapmak için hamur yoğrulur ve kabarması için uygun yerde, uygun koşullarda saklanırdı.
Hamur kabardıktan sonra ocağa saç vurulur ve ekmek saç üzerinde pişirilir. Pişirilen ekmekler iyice kızarmış ve renkli görünsün diye saç üzerinde iken sıvı yağ ile yağlanır. İşte bu ekmeğe “ÇÖREK ekmeği” denirdi.
Genellikle “kuşluk vakti” ve sonrasında tüm köyü yanık yağ ve un kokusu sarardı. Bu koku çocuklar için çörek toplama zamanının geldiği anlamı taşırdı. Her evden çocuklar ellerinde anne, baba veya dedelerince yapılan çörek çivilerini alarak bağıra çağıra sokağa çıkar, arkadaşlarıyla buluşarak evlere dolaşmaya başlarlardı.
Her hame sahibi çocukları görür görmez yaptığı ekmeği bıçakla en az dört parça olacak şekilde böler, her bir parçayı bir çocuğa verirlerdi. Çöreği alan çocuk onu çivisine takarak oradan uzaklaşır. Eğer aç ise veya iştahı varsa çividen çıkarır yerdi.
Çöreklerin takıldığı ve adına “çörek çivisi” denilen aparat özeldi, sağlam ağaçlardan veya çıralı yarma tahtalardan kırılmayacak incelikte yapılırdı. Yerden 20 cm kadar yukarıda çam kabuğundan bir de tekeri bulunurdu. Bunun amacı üstten takılan çöreklerin aşağıya düşmemesi içindi.
Çörek için gruplar halinde dolanan çocuklar kendi aralarında bir organizasyonda yaparlar. Örneğin bazı evlerde çöreklerin üzerine pişerken susam ekenler olurdu. Bu cazip gelirdi, bazı evlerde ise şeker ekilir ki bu da bir nebze daha tercih sebebi olurdu.
Ama en tercih edileni halkalı şeker veren evlerdi. Pembe beyaz renkli ince yassı olanı ile kaba tombul olup ağızda kısa sürede eriyeni yok mu? İşte onlar pek revaçta olurdu… Şeker veren ev kesin kuşatma altında olur ve “bitti çocuklar” denene kadar oraya ziyaretlerin ardı-arkası kesilmezdi. Bazı evlerde ise akide şekeri verenler olurdu. Ama bu pek az idi. Şekeri olmayanlar da ekmek üzerine pekmez damlatarak, çöreği tatlandırıp çocukları çekmeye çalışırlardı.
Gün boyunca toplanan çörekler çivi dolunca eve gelerek çividen çıkartılır ve tekrar başka mahallelerdeki evlere gidilirdi. Ne kadar çok çörek toplanırsa o çörekçi çocuğun başarısı sayılırdı.
Her evin çocuğu olduğu için evden ekmek eksilmemiş olurdu aslında. Bu değiş tokuş gibi bir şeydi belki de. Farklı evlerde pişen kaba ekmeklerin el değiştirmesi ve tadılması gibi de bir durumu ortaya çıkarırdı.
Gün akşama döndüğünde çörek toplama biter ve evin sahibi günün son zamanlarında evdeki kömürlerden bir kısmını yanmayacak bir malzeme üzerine alır, üzerine buhur ekerek saçak altına ya da dumanın savrulacağı yere koyar. Buhur orada tüter ve kokusu çevreye dağılırdı.
Buhur, “günlük/Anadolu sığla ağacı” gövdesinden çıkarılan “sığla yağı”nın posasıdır. Buhur’un dumanının ölülerin ruhuna vardığına inanılır ve o yüzden akşam saatlerinde yakılır. Buhuru olmayanlar ise, komşularından ödünç alarak bu görevi yerine getirirlerdi.
İşte zamanın bir yerinde düşüp kalmış ve çocuklar için bayramdan daha önemli ÇÖREK GÜNÜ geleneği böyle yaşanır ve zamanın çocukları o heyecanla beklenen bayram sabahına böyle hazırlanırlardı.
Şimdi ne mi oldu? Bilmem! Sizce ne olmuştur?
Bu şiiri yazıyı okuyan sizler ÇÖREK olarak kabul edin olur mu?
Bugün günlerden çörek
Her bacadan duman tütecek
Evlerde kaba ekmek pişecek
Yanık un kokusu yağ kokusuna karışacak
O koku, tüm köyü saracak
Bu gün günlerden çörek
Saçtan inmiş ekmek
Önce dörde bölünecek
Gelen çocuklar onları çiviye dizecek
Bu gün günlerden çörek
Her saçak altında buhur yanacak
Buhurun mor dumanı uzaklara uçacak
Mezarlıklara mersin buğday gidecek
Uzak-yakın herkes geçmişe koşacak
Bu gün günlerden çörek
Sokaklarda alay-alay çocuklar gezecek
Susamlı, sade, yağlı, yağsız çörek seçilecek
Şeker veren evler herkese söylenecek
Bu gün günlerden çörek
Her şey unutulsa da unutulmayacak bu gelenek
Unutmamak, unutturmamak gerek
Bu gün günlerden çörek…