Hayatı roman, ya da roman gibi hayatı olan insanlar vardır ya hani? Bir de hiç bunlardan haberi olmayan kendi hikayesinin farkında olmadan yaşayıp giden insanlar... Ne, nerede, ne zaman, nasıl ve neden diye sorup sorgulamadan öylesine gelip geçen insanlar.
Asıl roman, asıl hikaye onlarda saklıdır da kimse bunun farkında olmaz. Hatta kendileri bile.
Öylesi yaşamları, öylesi hikayeleri yakalayıp ortaya çıkarmak beceri ister, emek ister, yürek ister. Çünkü onlarınki öyle kolaylıkla serilmez ortaya, öyle kolayca bulunmaz. Onların hikayesi için eşelemek, derinlere inmek gerekir. Bu konuda mahir insanlar vardır şüphesiz.
Onların hakkını teslim etmek, emeğine, becerisine saygı duymak gerekir.
Böyle bir hikaye yazma derdinde değilim. O kadar derine inip edebi bir çalışma da yapmadım-yapamam.
Kısa bir zaman diliminde yaşadığımız ve tanımakla kendimizi şanslı saydığımız bir şahsiyetten söz edeceğim bu kez.
Yer Hambat Ovası’nın güneyinde bir bayır. Acıgöl’e yakın sayılacak bir yer. Çardak ilçesi Çaltı köyü ile Beylerli arasında bir nokta.
Kış ile ilk bahar arası bir zaman dilimi. Kuşluk vakti denecek saatler. Ekinler yeni yeşermekte, havalar biraz soğuk ama güneşin yüzü suyu hürmetine korkulacak derece değil.
Acıgöl çevresinde biraz dolaşmak için yola çıkıp, göl tarafına gitmeyip sabah kahvaltısını Çaltı’da kahvede yaptıktan sonra, Beylerli istikametine dönüyoruz yol arkadaşlarım Dr Metin Vural ve Sait Yaymanoğlu ile beraber.
Çaltı köyünün yapılaşması ve yaşam tarzı her zaman bizi etkilediği için o bölgeye gidince mutlaka uğrarız. Mevsimine göre mutlaka bir kaç kare fotoğraf yakalannır. Toprak damlı kerpiç evler ve hayvancılıkla uğraşan insanlar ve yaşam burada hep etkileyicidir.
O gün de Çardak ilçe çıkışından sağa dönüp Gemiş istikametine giderken yolu değişitirip yönümüzü Çaltı ya düşürmüştük. Köy girişinde ve içinde biraz oyalandıktan sonra kahveye oturup biraz yarenlik ve kahvatı sonrası yolumuza devam ettik.
Köyden çok fazla uzaklaşmadan yolun sağında semer yerine kullanılan örtü ve yuları dahil yanındaki sahibi yaşlı damın kıyafetiyle uyumlu olan eşeği görünce durduk.
Önce selam-sabah ve hal hatır sorduktan sonra bu farklı görünüşlü insanı biraz kurcalayıp birşeyler bulmaya çalıştık. İzin isteyip fotoğraflar çektik. Ama pek hoşlanmadığını anlayınca bıraktık.
Önce gergin ve çekingen davrandı. Pek pas vermedi demek yanlış olmazdı. Bu noktada Metin abi mesleğinin avantajı ile karşımızdaki insanı çözmeyi ve fotoğrafını çekmemiz için ikna etti.
Konuşalar ilginç gelişiyordu. Nasıl gördü, nasıl anladı bilmiyorum ama Metin abi;
-“Senin ayağında sorun mu var? Niye ayağını normal kullanmıyorsun?” deyince, adam karşı soruyla cevap verdi;
-Doktor musun, napacaksına ayağımı?
-Belki doktorum?
Bu diyalog sonrası bize pek bakmayan ilginç kıyafetli yaşlı adam bizden uzaklamaya çalışırken eşeğinin ipini bırakıp geri geldi. Oturdu usulca yanımıza. “Siz kimsiniz? Nereden gelir nereye gidersiniz? İn misiniz cin mi?” gibi sorularla sohbete başladı.
Hikaye böyle başladı ama bu kadar basit ve kolay devam etmedi.
Karşımızda bir derya vardı belki, fakat akmaya mecali yok, bir çözülse tekrar toplamanın belki imkanı yok!
Uzun uzun konuşuldu. Derdinin çaresi ile ilgili fikirler paylaşıldı. Bir an evvel sağlık kuruluşuna başvurulup muayene edilmesinin zorunlu olduğu cümlesi ile konuya virgül konuldu.
Adı Süleyman’dı. Yaş seksene gelmiş. Hala koyun otlatıp kendi ihtiyaçlarını karşılama telaşında bir bilge gibiydi.
Konuştukça el ve yüz hareketleri değişen, arada eşeğine laf atan ve çocuklarının yaşamına kadar küçük detaylar aktaran bir şahsiyet. Çaltılı Süleyman …
Eşeği ile kader birliği yapmıştı sanki. Hambat Ovası’nın düzünde yüzünü soğuk yakmış, yüreğini yaşam…
O konuşur anlatırken şair Orhan Veli’nin o güzel şiirindeki Süleyman efendi geldi aklıma;
hiçbir şeyden çekmedi dünyada
nasırından çektiği kadar
hatta çirkin yaratıldığından bile
o kadar müteessir değildi
kundurası vurmadığı zamanlarda
anmazdı ama allahın adını
günahkar da sayılmazdı
yazık oldu Süleyman Efendi’ye …
Böyle durumlarda zamanın nasıl geçtiğini de anlayamayız aslında. Bizim için sorun yoktu ama Süleyman Amca için öyle değil.
Otlattığı koyunlar uzaklaşmıştı, ayağından yürüyemiyor hemen yanında otlayan eşeğini çekerek bir taşa yaklaştırıp semersiz eşeğe ayağını zorla atıp bize veda ediyordu.
“Haydi sağlıcakla” diyerek.
Ne kadar sağlıklıydı tartışılır ama bize dileği sağlıktı…
O bizden hızla uzaklaşırken; biz, ona bakıyorduk hiç konuşmadan…
Bir daha rastlamadık o taraflara gittiğimizde Süleyman Amca’ya. Sonraki yılların birinde o bölgeden geçerken yine mola verdik kahvede.
Sorduk tarif ederek. Nasıl sağlığı yerinde mi, nerede ne yapar falan diye…
“Sizlere ömür” dedi yan masada sessizce oturan yaşlı biri “çok oldu o gideli”…
Ruhun şad olsun Çaltılı Süleyman Amca…
Umarım gittiğin yerde o acıların dinmiştir…