Başlığı okuyunca yanlış yazılmış zannetmeyin. O çok bildiğimiz şarkının nakaratı "bu bir aşk hikayesi" değil anlatmak istediğim. "Bu bir kaşık hikayesi" diyerek geçmişe bir yolculuğa çıkalım diyeceğim gelmek isterseniz.
Nedir kaşık hikayesi, kaşığın da hikayesi mi olurmuş, dediğinizi/düşündüğünüzü, duyar/hisseder gibiyim…
Söze, yazmaya nereden başlamalı, konuya nasıl girmeli bilemedim?
Ya zamanın eski sayfalarını aralayıp karşımıza çıkan anılardan yola çıkmalı ya da hafızada kalan kırık dökük hatırlanan hikayelerden…
Çünkü başka türlü anlaması da anlatması pek mümkün olmayacaktır bu hikayenin.
Zamanın bir yerindeyim; vakit sabah değil, kuşluk vakti sanki. Hava yenice ısınmış, mevsim yaz başı, keçiler güdülmüş, tavuklar yemlenmiş, hatta ak tavuk yeni yumurtlamış dıkgıraması yedi mahalleye duyuluyor…
Ellerinde tahta kaşıklarla tozu dumana katıp, bağıra çağıra harım aralarında koşan çocuklar görüyorum. Çevreye heyecan ve mutluluk karışımı bir gürültü yayıp gidiyorlar.
Yıl kaç bilmiyorum ama ilk okul çağlarım olduğu kesin.
Belli ki bu çocuklar; Aykırıoba tarafına veya Cunuslar’a gidiyorlar. Kim mi bu çocuklar; Okarıoba ile Gandak mahallesinin çocukları oldukları kesin. Kocayar önünde keçi güderken çok görüyorum onları çünkü. Pek özeniyorum onların bu haline, ama bize bu tür durumlarda pek izin çıkmadığı için katılamıyorum. Arkalarından bakakalıyorum kırmızı topraklı tozlu bahçede.
Ellerindeki kaşıkları havaya sallayarak arada kılıç/kama gibi kullanıp bir birlerine vuran, boşluğa savrulan değnek gibi kullanan bu çocuklar anne/baba veya ebe/dedelerinin yönlendirmesiyle başka bir mahalleye keşkek ya da aşure yemeye (kaşıklamaya) gidiyorlardır.
Zaman her şeyin kıt olduğu, bedavadan yemek, tatlı bulunduğunda değerlendirilecek zamanlardır. Hayır/hasenat veya düğün öncesi hazırlıklar için fazladan keşkeklik yarılmışsa bu fazlalık hayır niyetine pişirilip (keşkek ise etsiz olur üzerine kırmızı renkli et suyu dökülerek yenir) konu komşuya ikram edilir. Aşure ise zaten ya ev ev dolaşılarak davet edilir. Ama püf noktası “kaşık”tır.
İkram yapılacak evde var olan kap kaçak kullanılır, ihtiyaca göre komşulardan ödünç alınır, hatta kaybolmasın karışmasın diye bunlara “bellik” konlurur, sonra geri verilir. Ancak kaşık öyle değildir. Tahta kaşık ise kırılabilir, kaybolabilir (!) ihtiyaç olan cebine, kuşağına sokup götürebilir.
O yüzden bu tür yemek ve aşurenin ikram edileceği zamanlar da herkes “kaşığını yanında getirir”. Aş, aşure ikramı bizden, “sen kaşığını al da gel” denir. Hatta bir köyden başka köylere mahallelere giden yaşlı insanlar ya cebinde veya kuşaklarında kendi kaşıklarını taşır ve işini gördükten sonra temizleyip geri getirirler.
Burada kilit nokta kaşıkların ahşap/tahta olmasıdır. Zira o zamanlarda metal kaşık ancak ağır misafirler için sandıktan çıkarılarak kullanılmaktadır.
Çoğu da kalaylı olan bu kaşıkların saplarında kırmızı ya da yeşil boyalarla süslemeler olur. Kaşıklar genellikle de çeyiz olarak gelmiştir.
Kısa bir kaşık hikayesiydi anlatmaya çalıştığım. Eksiği çok, ancak fazlası olmayan…
Eğer bir gün karşılaşırsanız böyle bir durum ile bu hikayeyi anımsayın…
Anlayın ki “kaşığını al da gel” deniyorsa, orada bir kültürel değerden söz edilmeye çalışılmaktadır.