Hiç mi gün yüzü görmedik? – D20Haber
07.05.2025, Çarşamba
17 °C / 32 °C Denizli Hava Durumu
  1. ANA SAYFA
  2. /
  3. YAZARLAR
  4. /
  5. Sedat KURT
  6. /
  7. Hiç mi gün yüzü görmedik?

Hiç mi gün yüzü görmedik?

A- A+

Gördük tabi!..

Ama bu durum, günümüze tanıklık eden en boktan kuşağın 77 kuşağı olduğu gerçeğini değiştiremez.

Anarşinin içinde doğmuştuk. Daha 3 yaşındayken, yani dışarda sadece kucakta gezdiğimiz yaşlarda, Evren’in “bugünlerin tezgahını kuran” darbesine tanık olmuştuk.

Nasıl başlarsa öyle gider derlerdi de inanmazdım!..

70’lerin sonu 80’lerin başı berbattı, ki Allah’tan pek bir şey hatırlamıyoruz o yaşlardan…

Benim hatırladığım bir iki sahne var. Babam kısa namlulu otomatik silahla geldi birkaç kez eve öğle yemeği için. Koridorda dikiş makinesi mi vardı, başka bir şey mi bilmiyorum, ilk kez onun üstünde gördüm kalaşnikofa benzer aleti…

Yemek yerde yenirdi genelde. Yemek masaları akşamları, misafirler gelince kullanılırdı çünkü.

Babamın öğle yemeklerini hatırlıyorum o yaşlardan. Bazen mesai arkadaşlarından bir ikisi de gelirdi, onunla birlikte. Üniformaları var mı yok mu, mesela onu canlandıramıyorum.

Net hatırladığım şeyler var ama öğle yemeklerine dair.

Etli yemek yapmıştı annem bir keresinde. Babam sanırım bir arkadaşıyla birlikte gelmişti. Kuru fasulye ya da nohut olabilir. Tabağın içindeki eti elimle almaya kalkmış, et yerine kafamdan aşağı tabağı yemiştim mesela…

Adam, arkadaşına ayıp ettiğimi mi(adabı muaşeret) düşündü bilmiyorum ama bana çok ayıp etmişti. :))

Sonra, bazı öğleler pilav yapıyordu annem bize. Sıcacık pilavı yoğurtla birlikte kaşıklayıp yemeyi severdim.

Bunun gibi birkaç küçük şey…

Eskişehir’di... Hayatımın ilk yıllarıydı...

Sonra kardeşim oldu, evin küçüğünden, ortancalığa düştüm.
Sonra ilkokula başladım, ikinci sınıfın yarı yıl tatilinde Bursa’ya göçtük.

Önce babamın kentteki ilk görev yeri Muradiye Karakolu’na yakın olsun diye o mahallede tarihi cumbalı bir Bursa evine taşındık.

Betondan bir giriş katı, sonra merdivenden hol gibi bir yere ulaşılıyordu, bir odadan hallice büyüklükte. Binaların arasında kalmış ama o eve ait minnak bir avluya oradan çıkıyorduk.

O kattaki odaların kapıları oraya açılırdı. Üst kata oradan çıkılırdı. Pek tabii ki sobayla ısınıyorduk. Annem soba üstünde tuğla ısıtıp, beze filan sarar, yorganın altına, ayak ucuna iliştirirdi, kış geceleri yatağa girmeden. Tek kat yetiyordu bize. Üst katı sanırım kedilerle paylaşıyorduk. Kedi kokardı çünkü. Yani kedi pisliği, kedi idrarı, rutubet filan...

Hani hiç mi mutlu güzel günler yaşamadık biz bu kuşak olarak şeklinde düşünürken, şöyle bir film şeridi gibi geçiverdi çocukluğumun ilk yılları.

İnsan işte, hatırladıkça paylaşmak istiyor…

Ergenliğim Güllük’te, Polis Lojmanlarında geçti. Lise 1’in sonuna kadar, uzunca bir süre lojmanlarda kaldık.

Beton, bizim kuşağın kaderiydi. 8-10 kadar 5 katlı lojman binasının oturduğu devasa lojman alanının bahçesi komple betondu. Ama biz sanki toprak ya da çim sahada oynar gibi oynardık tüm maçlarımızı o bahçede.

Tek kale maç, Japon maçı, gol atan kaleye ya da çok kalabalıksak; "aldım verdim, ben seni yendim" ile oluşturduğumuz iki takım sayesinde ender de olsa çift kale maç.

3 korner bir penaltıydı, bacak arası 2 gol sayılırdı, duvar pası harbiden duvarla yapılırdı, bakkallar vardı ve plastik top, deli gibi satardı.

Bakkal demişken, leblebi tozu, çıtır pıtır, mantar, kız kaçıran, taneyle satılan lokum ve bisküvileri es geçmek ayıp olur...

İnternet henüz ülkeye gelmemişti, cep telefonları icat edilmemişti, çok zenginlerin dışında bilgisayarla tanışan yoktu...

Neyse...
Betonda kalmıştık sanırım...

Sürekli düşer, dizimizi, dirseğimizi parçalardık. Yere yapışma anı hala bugün gibi gözümün önünde, yaranın kabuk bağlayıncaya dek tüm evreleri ama acısını hiç hatırlamıyorum…

Belki de hiç acımazdı…

Böyle düşününce 85-86’dan 95-96’ya kadar bir on sene çok güzeldi diyebilirim pek çoğumuz için. Ömrümüzün en güzel yıllarıydı, çocukluk yılları.

Ben en çok yazları sevdim, yaşıtlarım gibi. Şehirlerde yaşayanlarımız için yaz demek vuslat demekti, akraba, bağ-bahçe ve altını çizerek söylüyorum toprak avlu, koyunlar, keçiler, inekler, kümes hayvanları, tarlalar demekti.

Bizim kuşağın çoğu yaz tatili için, deniz, kumsal gibi şeylerin yerine köy-kasaba der, özgürlük der ve karpuz kokusu der...

Çoğumuz denizi 15-16'sında görmüştür.

Ben de çok severdim köyü. Eskişehir'de olduğu gibi Bursa'da da yaz tatilinin genellikle ilk cumartesi trene ya da otobüse biner, sabahın ilk saatlerinde Denizli'de olurduk.

Lozan Caddesi'nde avlu içinde büyükçe iki katlı ikiz ahşap evleri, avlunun girişinde sağda mutfak ve bir odadan oluşan bir ek kerpiç mi betonarme hatırlamadığım küçük tek katlı bir bölümleri de vardı hacı dedemlerin. Sabahın erken saatlerinde onların kapısını çalardık. Denizli'deki ilk kahvaltımızı orada yapardık.

Hacıdan gelme kupalarda çay, kapının önünden geçen gevrekçiden alınmış simitlerle...

Hacı dedem ve hacı ninem aslında annemin babaannesi ve dedesiydi. Onlar şehirde yaşardı, kocasını uzun süre önce Almanya'ya işçi olarak göndermiş anneannem ise köyde, yani şimdilerde mahalle olan merkeze bağlı Çeltikçi'de yaşardı.

Ben ilk fırsatta köye anneannemin yanına gider, neredeyse tüm yazı orada geçirirdim.

Anneannemi çok severdim.

Velhasıl kelam, ilkokulu hatırlamasak da-en son iki senesi hariç-orta ve lise yıllarımız güzeldi. Saf, temiz, mutlu ve lekelenmemiş.

Bu süreç 90'ların ancak ikinci yarısına kadar sürdü...

90'ların ikinci yarısı da ne olduğunu anlamadığımız yıllardı. Kendimize ait anlık hiçbir şey yapamadığımız, geleceğe çalışıp, tahsil yapalım, işe güce atılalım, hayata tutunalım diye kastığımız yıllardı.

Bizim kuşağın tam olarak apolitik yetiştirilip de yüzde 90'ının sonralardan politik kişiliğe bürünmesi de araştırmalık. Kimi Ozan Nihat dinlerdi, kimi Livaneli, kimi Ahmet Kaya... Kimi Cem Karaca, kimi Barış Manço...

Pek çoğumuz 2000’lerin ilk yarısında evlendi, hatta çoluk çocuğa karıştı. Mutluluk evlilikte sanmıştık, âşık olup da çıkabildiğimiz ilk kızın gözlerinde dalmış, gözmüzü nikah masasında açmıştık.

Romantik insanlardık. Öyle bakardık her şeye; işe, aşka, yaşama... İstediğimizden değil kodlarımızdan mütevellit. Öyle yazıldı keza çocukluğumuz, gençliğimiz, karakterimiz şekillenirken o kodlar.

Ne şehirli olabildik adam gibi ne köylü. Sürekli olarak iki arada bir deredeydi bizim kuşak. Tam olarak ait olduğumuz şey(yer, zaman, tanım olarak), hiçbir şeydi.

Siyah beyaz televizyonu da gördük cep telefonunu da. Metaworlds konuşuluyor şu an. Bizden öncekiler net mesela, daha çok ektiklerini biçmişler. Çok bilinmezleri yokmuş, a önceki kuşakların.67 kuşağı da bizim kuşağın paradokslarını barındırır ama en azından ait oldukları bir dönem vardı. Daha öncekiler ise kendi dönemlerini yaşadılar baştan sona, pek çok belli kalıplar içinde, çok değişikliğe ve gel-gitlere maruz kalmadan.

Bizden sonrakiler teknolojiye doğdu sayılır. Onlar bugünlere ait kuşaklar. Y kuşağı, Z kuşağı net.

Biz hangi kuşağız peki? X...
Bildiğin x yahu!..
İlk bilinmeyen yani! İlk bizim kuşak bilinmiyor mesela...
Problemin ana sebebiyiz!..

Müslüm'le dertlenen rockçu olur mu? Var. Bizim kuşakta var!
Ahmet Kaya dinleyen ülkücü olur mu? Bak bizim kuşağa, gırla!

Bizden öncekiler-matahmış gibi-"Anarşi mi gördünüz, darbe mi gördünüz. Ohooo biz neler gördük" diyorlardı.

Dışardan anarşist ithal edildi bu ülkeye, ona tanıklık ettik!.. Bankalar, sinagoglar, elçilikler havaya uçuruldu, Ankara Garı önünde, boğazda Reina'da onlarca insanımızı katletti ithal teröristler!..

Savcı ile mit birbirine girdi, başbakanlık koruma ekibiyle özel harekât polisleri çatıştı, yürütmeyle yargı kapıştı. Genel kurmay başkanı düzme belgelerle terörist diye tutuklandı, harbi teröristin o dosya için gizli tanık olarak dinlendiği ortaya çıktı.

Kafamızın üzerinden F16'lar sıktı, tank paletleri asfalta indi... Şaka gibi, girişim de olsa darbe gördük kaç yaşımızda!

2000'lerin ilk yarısından itibaren full şaşkınlık, bol aksiyon, hep bir olay, ömrümüzün ikinci yarısını saçma sapan yaşadık.

Eylül ve Deniz olmasa 2000’ler tam nefret edilesi…

İçimizdeki dert bitmedi, dünyaya da bir haller oldu. İki yıldır salgınla boğuşuyoruz. Üzerine 3. Dünya savaşı çıktı çıkacak!..

Eskiler, "Siz yokluk mu çektiniz, kuyruk mu gördünüz" derlerdi.

Birilerinin yalandan faiz inadı yüzünden, artık onları da yaşıyoruz çok şükür. Halk manavı, ucuz ekmek kuyrukları, yağ kuyrukları, akaryakıt kuyrukları ve daha nicelerini...

Eee, ne kaldı geriye?
Yani şom ağzımı açmak istemem ama!..
Üzerine bir dünya savaşı iyi gider, finalde de bir uzaylı istilası olmazsa, gerçekten güceniriz!..

Yazarın Diğer Yazıları
Türk adaleti
27 Nisan 2022 Çarşamba
Al sana fırsat!
24 Mart 2022 Perşembe
11. Tümen ve 9 yıl!..
18 Mart 2022 Cuma
Kılıçdaroğlu’na mektup
23 Şubat 2022 Çarşamba
Gülümse
16 Şubat 2022 Çarşamba
Erdoğan’ı kurtarmak!
9 Şubat 2022 Çarşamba
Tehdit, hakaret, küfür!
26 Ocak 2022 Çarşamba
Çekilin tarih yazcam!..
29 Aralık 2021 Çarşamba