Ülkemizin sıcak bir şekilde yaşadığı aidiyet, kimlik ve sınıfsal sorunlar, sportif arenalarda hastalık biçiminde açığa çıkıyor.
Neresinden tutulsa dökülen bir spor kültürsüzlüğü bu. Taraf olmadan taraftar olan, insanlığını tamamlamadan aidiyetliliğini parlatan kaba bir sadakat kültürü, bizi insanlık tarihinin en alt liglerine doğru fırlatıyor.
Gündelik yaşamında ekonomi başta olmak üzere çocuk işçiliği ve cinsiyet sorununu çözümleyememiş toplumumuz sürekli ezilen, hor görülen ve aşağılanan bir cenderenin altındayken en kısa yoldan aynı imgelere sarılarak acımasızca diğerine saldırganlaşabiliyor.
Sanki iki dakika önce bu şiddetin kurbanı kendisi değildi!...
Bu baskın yaşam formuyla hayatını dumura uğratan kitleler bir diğerinin yaşamı üzerinde de ilk fırsatta acımasızca saldırganlaşabiliyor. Kendi reel yetilerinin bir ifadesi olarak yaşam kuramayan ve yaşama karşı seyirci olmaktan öteye geçemeyen bu kitlelerin korkunç güçlü sembolleri ve kavramları da var üstelik.
Herkes bu simgelerin bir kurbanı olarak her an baskılanabilir, şiddete uğrayabilir ve kimse neden yaptın diye bile hesap soramayabilir…
Bir toplumun var oluş koşuluna eklemlendirilen bu simge ve sembolleri, içeriksiz ve niteliksiz bağlarla sarılan yığınların açığa çıkardığı şiddet, en basit tabirle ötekini yok etme dizgelerine yaslanır.
Siyaset kurumundan, dinsel argümanlara kadar bir toplumu oluşturan bütün temel değerler, öteki üzerine uygulanan bir baskı ve şiddet aracına dönüştüğünden beri bu toplum korkunç bir acımasızlıkla kutuplaştı ve şiddetin kurbanı oldu.
Doğal olarak da saygı, sevgi kavramları dejenerasyona uğradı. Toplumu oluşturan unsurlar arasındaki kültürler diyaloğu koptu, renkler mozaiği gri ve gerici bir yaklaşımın cenderesinde tekçilikle kutsandı. Bir toplumu var eden kültürler ve renkler harmonisi bilinçli olarak talan edildi…
Dijital teknoloji çağını ideolojik gericilik defansından karşılayan ve her yeniliği kendi kalkanıyla dizayn eden iktidar ölçekli tekçi yaklaşım, bugün ülke sporu üzerinde de tepinmekten geri durmuyor. Medyasıyla, sosyal medya trolleriyle, tüm gerici unsurlarıyla bütün köşeleri tutmuş memurlar her olguyu propagandaya çevirip bütün çirkinliklerini aymazca kusuyor.
Karşıtını sürekli güçlendiren bu baskın iktidar dili toplumumuzun değer yargılarına, hoşgörü kültürüne ve ötekine olan saygıyı güçlendirmiyor; aksine sarmal halinde genişleyen bu şiddet argümanı tam da kastettiğim bu özgün ve duyarlı çevreler arasında daha büyük bir endişeyi açığa çıkarıyor: Kaba ırkçı bir dili…
İktidar şiddeti karşıt cephede ulusalcı şiddete kapı aralayıp ona hareket alanı yaratıyor. Gerici iktidar argümanları ile kaba ulusalcı rekabet, karşılıklı birbirini besleyen bir toplumsal akarda yokuş aşağı doğru hızla serbest bırakılıyor. Önüne halkların değer ve kültür birikimlerini katıp tuz buz ederek…
Mezopotamya’dan Hitit uygarlığına, Hititlerden, Roma, Selçuklu, Osmanlı ve nihayetinde Türkiye Cumhuriyetine gelen bir geniş coğrafik yelpazede bugün bu bahçenin bütün renkleri üzerinde tepinmeyi öğrenen şiddet düşkünü yığınlar acımasızca kendilerini açık etmekten çekinmiyorlar…
Peki bu cenderede iyiler kendini nerede konumlandıracak?
Spor olgusuna da buradan bakıyorum. Son yıllarda büyük bir ivme kazanmış voleyboldaki kadınlarımızın başarısını herkes bir yere çekmeye, böyle olunca da herkes bir yerinden kadını ve sporu baltalamaya girişiyor.
Konu sadece sportif bir başarı ve sadece bu başarıdan mutlu olup taktir etmek durumunda kalması gereken bir seviye. Kaba ulusalcı bir yaklaşımla gerici ve kadını küçümseyen bir anlayışın sarmalında heba edilen spor kültürü, reel yozlaşmanın ve kutuplaşmanın da ekmeğine yağ sürüyor.
Elbette medya, reklam ve sermaye ağında örgütlü ve cinsiyetçi bir sunumla gösterime koyulan popüler spor uygulamaları bu kutuplaşmayı tahrik edecek.
Ancak mücadelenin etik ve saygı içermesi, sportif rekabetin keyifle ve zevkle açığa çıkması, sonucun da saygıyla kabullenilmesi, bugün reel spor kültürü içerisinde giderek yok olmakta olan bir değer.
Bu rüzgara kolayca kapılan kitleler toplumlar tarihinde bin yıllardır aymazca ordan oraya sürükleniyorlar.
Birilerinin piyonu olarak, birilerinin çanağına su taşıyarak, birilerinin sancaktarlığını yaparak, birilerinin üstünde tepinmelerine müsaade ediyorlar. Hayatları üzerinde böylesine birilerini yükseltenler, simge ve sembollerin soğuk köksüz derinliğinde kendilerini kaybedenler, kendilerine ait üretken bir varoluşun sokaklarında uğrayamıyor, hiç uğrayamayacak…
Ama her iki cenderenin ortasında kendine bir duruş edinenler, kendine dair bakış üretenler ve kendi özgün dilini yaratanlar yine de olacak ve güzelleyecek yaşamı…
İşte bu azlar ve azların penceresinden bakan gözlerden açılacak bin bir renkli çiçeklerle selamlayalım gerçek spora, gerçek sanata, gerçek insana, kutuplaşmadan…