……
……….
Yıldızlar, büyülü ülke, adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sağa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.
…..
……
Edip CANSEVER
Bir gül solarken, bir gülün açma korkusu!
Ölüm ve doğum!
Ve ikisi arasında yaşanması unutulan hayatlar.
Unutturulmaya çalışılanlar ama asıl mesele.
Gurbette biri ülkesi için ne hisseder?
Onu düşündüğünde aklına hangi sözcükler gelir?
“Hapishane, baskı, yasak kitaplar, işgal, tank sözcükleri en ufak ülküselleştirmeye yer bırakmamacasına çirkindiler. Onda ülkesine ilişkin tatlı, özlemli bir anı uyandıran tek sözcük, mezarlıktı. Bohemya’da mezarlıklar bahçe gibidir. Güneş battığında mezarlık mini mini mumlarla ışıl ışıldır. Ölüler bir çocuk balosunda dans ediyor gibidir çünkü ölüler, çocuklar kadar masumdur. Yaşam ne kadar acımasız olursa olsun, mezarlıkta hep huzur vardır.”
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği kitabında Sabina bunları düşünüyor gurbette.
Ülkenin tek huzurlu yerinin mezarlık olması doğum ve ölümü gereğinden fazla büyüttüğümüz üzerine son zamanlardaki fikrimi destekliyor aslında. Ama başkalarının çıkarı için harcanması,ıskalanması farzmış gibi darmadağın edilen hayatlar çoğalıyorsa etrafında, mezarlık o kadar huzurlu gelmiyor.
Ve bir gülün solmasıyla diğerinin açma korkusu arasında yenice patlamış gonca güller, çanak yaprağını tek başına azimle itip, henüz başını göğün mavisine uzatmış tomurcuklar varken bahçede her gülün hayatından, yaşama hakkından bahçedeki tüm güllerin sorumlu olduğunu hissediyorsun.
Görüyorsun ki tomurcuklar, goncalar ve el kadar açmış bahçenin güzellik sorumlusu bilge güller sökülüp sökülüp çorak bir arazi yaratılmaya çalışılıyor. Anlıyorsun ki gülün güzelliğinden nasibini alamayan ayrık otları bahçeyi kendi meşrebince kendine benzeyen otlarla doldurup tüm ülkenin bütün bahçelerini demir tarlasına, beton mezarlara çevirmek istiyor ve dahi bunu türünü çoğaltmak güdüsüyle yapmıyor. Vaat edilmiş kötülüklerin bedelini böyle ödüyor büyük biraderlere.
Baş ayrık otuna benzeyen ama göze bile zor görünen klorofil fakiri otçuklar da kendilerini çoraklaştırılmış bahçelerde sarmaşık gülleri sanıyorlar. Baş ayrıkotunu desteklemezlerse de gerçekte otçuk olduklarının anlaşılacağını biliyorlar.
Hiçbir şey olanların, bir şey olduğu hissini yaratarak bir bahçe imparatorluğu kurma peşindeler baş ayrık otları.
Tek korktukları şey korkutmanın işe yaramadığını görmeleri.
Deneyler yapılmıştı bir zaman ağaçlarla. Bir ağaç diğer ağaçların yanında yakılmıştı ve ertesi gün gelip çakmağını ateşleyen araştırmacı diğer ağaçların hepsinde çok yüksek korku titreşimleri tespit etmişti.
Ama bu ayrık otları bakıyorlar ki korkutmanın içi boşalıyor ve korkmuyorlar bahçedeki güller artık.
Bir gözlem daha yapılmıştı ağaçlarla ilgili; ağaçlar kökleriyle toprak altından birbirlerine su ve besin takviyesi veriyorlardı. Kökleriyle birbirlerine sarılıyorlardı yani.
Kökleriyle sarılıyor artık canım ülkemin gülleri birbirlerine.
Ülkemi düşündüğümde mezarlık gelsin istemem aklıma huzur diye.
Gül bahçesi gelsin isterim içinde köklerinden birbirine sarılmış güller ve orman isterim içinde huzurla titreşen ağaçlar, korkuyla değil.
Neyi düşünürsen onu çoğaltırsın.
Neden korkarsan onu çağırırsın.
Yanlışı görüp, doğruya odaklanırsan adaleti büyütürsün.
Cesaret, korkuya rağmen harekete geçmektir.
Ve hafızayı taze tutmak, aynı çukura ikinci kez düşmemek demektir.
Ve gün olur sessizce köklenen güller gürültüyle açıverir.
Ve bakarsın ülkem başına kadar mavi…
GÜN OLUR
Gün olur, alır başımı giderim
denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
şu ada senin, bu ada benim
yelkovan kuşlarının peşi sıra
dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
çiçekler gürültüyle açar
gürültüyle çıkar duman topraktan.
hele martılar, hele martılar
her bir tüylerinde ayrı telaş
gün olur, başıma kadar mavi
gün olur başıma kadar güneş
gün olur, deli gibi
Orhan Veli KANIK