Gözüm mavide yine, kulağım maviyle rüzgârın düetinde, güneşin eli sırtımda, kamp sandalyem tenha kumsalda, elim taşımaktan üşenmediğim taze kahvenin sıcağında, kucağımda hayat yoldaşım kitabım. Dudağımın ucunda şükür gülümsemesi, ayağımın dibinde güvenle başını ellerinin üstüne bırakmış, şekerleme mahmuru sarışın bir tüylü dost.
Gökyüzünde usta bir ressam eli her an birbirine benzemeyen muhteşem tablolar resmetmekte.
Kimi zaman ağaçlara çıplak poz verdirmekte kimi zaman dağları tüllerle giydirmekte!
Al gözüm, gönlüm, ruhum seyreyle dünyayı!
Bakınca,
baktığını görünce,
gördüğünü fark edince,
fark ettiğini anlayınca,
anladığını sevince,
sevdiğini yaşayınca
hayat bu kadar
bu kadarı güzel
yani hayat, yaşadığını fark ettiğin kadar!
Bunu tek tek fark ede ede çok olur insan. Fark eden çok olduğunda o zaman herkes fark etsin ister.
Sonra bakarsın mavisi az barut kokusu çok memleketlere.
Bakarsın açı çok, toku az memleketlere.
Bakarsın ölü çocukların, ölmeden ruhu gömülmüş anaların memleketlerine.
Sonra dönersin saçı çok olan her canlıya yani kadına, hayvana alerjisi olan kendi memleketine.
Sonra dönersin cehaletin liyakat madalyası aldığı, bilimin ayaklar altına düşürüldüğü memleketine.
Sonra dönersin laiklik diye bağıranı kodese, şeriat diye bağıranı baş üstüne koydukları memleketine.
Sonra dönersin kadın olarak aşağılamalarına nasıl izin verdiğini anlamadığın, dinin emriyle erin zulmünü birbirine karıştıran hemcinsinle yaşamak zorunda olduğun memleketine.
Sonra dönersin adaletin, hürriyetin,liyakatın, bilimin, ışığın, eşitliğin, doğanın, üretimin gün be gün solup kaybolduğu, tanımakta zorlandığın ve boş gözlerle elinden kayıp gidişini izlediğin memleketine.
Sonra dönersin toprağı peşkeş çekilen, okulunun içi boşaltılan, kafası çalışan her gencini ellere kaptıran memleketine.
Sonra dönersin bütün bunları trene bakar gibi, sonunu bildiği ama yine de izlemekten kendini alamadığı bir diziyi izler gibi izleyen kendine!
Sonra okuduğun kitabın adına takılır gözün;
“Kurtlarla Koşan Kadınlar”
Şöyle bir irkilirsin, üstündeki başındaki sersem tozunu silkelersin, altını çizdiğin cümlelerle göz göze gelirsin;
“Eğer bir kadının içgüdüleri zarar görmüşse, tipik olarak öfkesini dışa vurmakla ilgili olarak pek çok sorunla karşılaşır. Öncelikle işgali tanımakla ilgili bir sorunu vardır; arazi ihlallerini fark etmekte gecikir ve mütecaviz üstüne çullanana kadar öfkesini belli etmez.
Bu gecikmiş tepkilerin nedeni; anlaşmazlıkları görmezden gelmesi, ne pahasına olursa olsun uzlaştırıcı olmaya çalışması, her şey sakinleşene kadar acıya katlanması yönünde küçük kızlara verilen tembihler yüzünden zedelenen içgüdüleridir.
…………
Saygısızlığa, tehdide,incinmelere karşı derin tepkiler göstermek, sağlıklı içgüdüsel psişenin görevidir.”
Sevgili Clarisa P.Estes’in buraya aldığım cümleleri diyor ki özünde; doğru zamanda, doğru şekilde gösterilen öfke, tepki hem ruh sağlığımızı korur hem toplum sağlığımızı!
Yani aslında bu yazı hem kadınlar hem toplum içindir.
İçgüdülerimiz mütecavizlere izin vermememizi söylüyor.
İçgüdülerimiz, tepki veremeyecek derecede eli kolu bağlı coğrafyası kader olanlar için de tepki vermemizi söylüyor.
İçgüdülerimiz, bombaların altında ölen bebeler, tekmelerin ucunda can veren kediler, zehirlenen köpekler, bir lokma ekmeğe, bir yudum suya şu yüzyılda hala muhtaç bırakılan esmer memleketler için de susmamamızı söylüyor. Susarsak, içimiz susar, yaşamak farkında olmaksa, susarsak yaşamayız.
Sarı Öküz’ü vermeyin diyor içgüdülerimiz.
Çoktan vermiş olabiliriz Sarı Öküz’ü ama Uzun Kuyruk’u vermezsek hala şansımız var!
DAVET
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim....
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...
Nazım Hikmek RAN