Cep telefonumdan iş için kullandığım yazışma grupları haricinde tüm sosyal medyayı kaldırdım.
Yazılarımı paylaşmak adına arada bir girip işimi bitirip çıkıyorum o da bilgisayar üzerinden.
Yani yolda, belde, bekleme odalarında işaret parmağım anlamsızca yukarıdan aşağı boşluğu sıyırmıyor, boynum dakikalarca yerçekimine katkıda bulunarak ağrıma eyleminde bulunmuyor ve zihnim çöplüğe dönmüyor.
Ne kadar çok boş vaktim varmış meğer! Şimdi o kayıp zamanları yoga saatlerimi artırarak, çok nitelikli bir okumayla çokça kitap okuyarak ve kaliteli podcastler ve müzikler dinleyerek geri kazanıyorum.
Gazetelerde bolca köşe yazısı okuyorum. Şiirleri ve olayları kırpılmış 3 dizeden ve zumlanmış sübjektiften algılayıp hayal gücümü daraltmıyorum. Açıyorum kitabımdan ya da düzgün bir siteden şiirin sindire sindire tamamını okuyorum. Zum sübjektiften çıkıp, kuş bakışı geniş objektifle, farklı yerlerden okuyarak, dinleyerek algılamaya çalışıyorum.
Şunu fark ettim ki bunu yapınca insanları ve olayları da yargılamamaya başlıyorsun.
“Bir de şurasından bakayım” demeyi öğreniyorsun.
Sosyal medya kullanmayınca da hayatta var olabildiğini ve kullanmayanların da var olduklarını bir kez daha idrak ediyorsun.
En önemlisi çok hızla zihnine giren şeylerin daha büyük hızla çıkıp gittiğini, kalanların da posadan ibaret olduğunu görüyorsun.
Oysa yemek bile yavaş yendiğinde daha kolay sindirilir. Hap gibi verilen yalan yanlış bilgilerle ufkunu daraltıyor insan. O ruhunu sıkan dapdaracık slimfit ufukla herkes bildimcik oluyor, her konuda bir çift laf edebilmeyi yani herbokolog olmayı kazanılmış bir paye olarak görüyor.
Herkes ruhbilimci, herkes hangi göktaşı ne zaman çarpacak bilecek kadar astronom, herkes şair, herkes yatırımcı, herkes doktor, herkes psikolog!
Anlamını bile doğru dürüst bilmediği terimler kullanarak konuşmak entel görünümlü dantel masa örtüsü gibi serilmek aslında ortaya.
Bakıyorsun 5000 kişi takip ediyor delikanlıyı sosyal medyada vay! Paylaşımlara bakıyorsun, elinde sigarayla bulutlara bakıyor boş boş herhangi bir kafede bir de baloncuk yazmış üstüne “ gıcık olduğun arkadaşına gönder”. Profilinde de “içerik üretici” yazıyor. Allah allah üretici diyor yahu.
Ne üretiyor, tüketici ne tüketiyor. Anlamsızlık deryasında bir de üstüne müsilaj demek bu.
Sokakta başını öne eğmiş, elleri göğsünde telefonunda birleşmiş, kulaklarında kulaklık teknolojik ibadette bir yığın genç görüyorum sürekli. Orta yaş da böyle ama gençlerinki kesintisiz. Bu ibadet pozuyla cadde geçiyorlar hiç bakmadan. Sürekli beyin, zihin, bombardımana tutuluyor. Bu insanın düşünmeye vakti ve hali kalır mı? Kendisiyle baş başa kalamayan kendini bilir mi?
Kahve içerken bir kahvecide bazen bakıyorum 4 kişi geliyor gençten, hepsi aynı ibadet ritüelini bozmadan masaya oturuyor, ritüelin parçası olarak 30 saniye garsona sipariş vermek üzere gözlerini ellerinden ayırıyorlar ve huşu içinde ibadete bireysel olarak devam ediyorlar fakat adına toplantı diyorlar.
Her neslin kendine göre yetişme şekli ve değerleri var kabul ediyorum da iletişimsizlik nasıl bir değer olabiliyor anlamıyorum ben.
Yazışmak, telefonda konuşmak ve yüz yüze konuşmak çok farklı enerjiler gönderir. Bir insanın gözlerine bakarak kalbini okuyabilirsiniz. Beden dilinden, bakışlarından, dokunuşundan hikaye yazabilirsiniz. Uzaklaştıkça, temas eksildikçe yalnızlaşıyoruz aslında kalabalıkların içinde. İnsan eliyle sürekli ve baş döndürücü hızla geliştirilen teknolojinin içinde git gide yapaylaşıyoruz yapay zeka gibi! Birbirimize benzemeye değer verilen zamanlarda kendi özgün kıymetimizi yitiriyoruz. Doğadan uzaklaştıkça doğallığımız da sönüyor ve yapay tek model olmaya başlıyoruz.
Ve bizi sürekli sorumluluktan ne kadar kaçarsan o kadar mutlusun kutusuna hapsetmeye çalışıyorlar kapitalist sistemin tüm dünyayı ele geçirdiği şu saçma zamanlarda. En basit şeyin bile eğitiminin olması hep bundan. Bizim yerimize hep yapan bir şeylerin bulunması, sorumsuz bir hayat hedeflenen.
**Çünkü kişisel sorumluluk ne kadar az uygulanırsa uydumculuk yani topluma, gruba, sürüye uyma olasılığı o kadar artmaktadır. Yapılan araştırmalar ve deneyler sonucunda sinirbilimci Gregory Berns şöyle bir sonuca varıyor “Bizler görmenin inanmak olduğuna inanıyoruz ama araştırma bulguları; görmenin, grubun gördüğünü söylediğine inanmak olduğunu göstermektedir.”
Ancak yine de azınlığın görüşü sürekli, özgüvenle ve dogmadan uzak ifade edildiğinde kabul görmektedir. Ama bu azınlık üyelerinden kimse hoşlanmayacaktır. Görüşleri kabul görürken kendileri de “çatlak” muamelesi göreceklerdir.
Psikolog Zimbardo grup etkisi altında kalmamak için şu davranışların içselleştirilmesini gerekli buluyor
-Kopuş: kuşkuculuk ve eleştirel düşüncenin kullanılması
-Tevazu; kişisel sınırlılıkları ve hataları kabule yanaşma
-Dikkat; alışkanlık edinilmiş dikkatsizliği uyanıklık alışkanlığına dönüştürme
-Özerklik: gruplar içinde bağımsızlığın korunması
-Ve sorumluluğun bir araya gelişi.
Bütün bunlarla daima uyanık kaldığımızda istenmeyen toplumsal etkilere karşı daha dirençli hale geliyoruz.
İnsan, hayvan olduğunu bilen ve hayvan gibi davranmama seçeneğine sahip tek hayvandır.
Günümüzde çok sık ve uzun yıllardır bu seçeneği seçmediğini görüyoruz. Ama eminim ki bu seçeneği seçen çok insan var henüz tükenmedik.
Ve sınırlarımızı olumlu yönde aşmak için, zincirlenmeye karşın özgür olabilmek için azim denen bir kuvvetimiz var.
***“Doğa, bu dünyaya aşmak için getirildiğimiz şeydir.”
Öte yandan hayat aslında saçmalıklarla doludur biliriz de öyleyse Flaubert’in sözüyle bitirelim;
“Madem tüm seçenekler saçma, o zaman gelin en asilini seçelim”
İKİ MISRA UĞRUNA
hiç tanımadığın
olmamış sana bir faydası
dokunmamış bir zararı da henüz
kalınmamış aynı çatıda altında
ne gece ne de gündüz
cismen uzakta
belki sesi bile duyulmamış
yalnız yüreği yanı başında
birinisevebildin mi hiç
iki mısra uğruna
sevebilseydin keşke
bir kez olsun
hiç bir şeyin olanı
ölmeden önce
Aylin MÜFTÜLER
** Michael Foley/ Saçmalıklar Çağı kitabından
*** Afrika Kraliçesi filminden bir replik